Ayasofya Camii 86 yıl sonra ibadete açılarak hem bir hasret giderilip hem de egemen bir devlet olmanın gereği yerine getirilirken yaşadığımız sevinç; planlı olduğuna kuşku bulunmayan “hilafet ve İstanbul Sözleşmesi” tartışmaları ile gölgelenmek istendi.
Bir kez daha görüldü ki bu ülkede sureti haktan görünüp ellerine fırsat geçtiğinde huzuru bozmaya hazır bir kitle var.
Kılıktan kılığa girdikleri içtin fark edilmediklerini zannederek yaptıkları atraksiyonlar sağduyunun hakim olmasıyla etkisiz hale getirilse de bunlara karşı her daim uyanık olmanın gerekliliği bir kez daha görülmüş oldu.
Ayasofya’nın ibadete açılmasını hilafet beklentisine gerekçe yapanlar boşuna heveslenmesinler.
Neyin hilafeti birader?..
Paramparça olmuş, aralarında birlik ve beraberlik bulunmayan, ABD ve İsrail’e köpeklik yapan, halkına zulmeden seri katiller tarafından yönetilen, terör örgütlerine her türlü desteği vererek bu örgütlerin işlediği cinayetlere ortak olan, Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nın İsrail’e peşkeş çeken, sözde şeriatla idare edilen ama muhaliflerini öldürtüp cesetlerini parça parça edip fırında yaktıracak kadar gözlerini kan ve kin bürüyen, sözde mahkeme salonlarında seçilmiş insanların can çekişerek öldürülmesini dizi izler gibi izleyen, sözde fetva makamlarının darbe ve darbecilere yalakalık uğruna İslami bütün değerleri ayaklar altına alan, mezhebin selametini İslam’ın selametinden önce tutan ve mezhepçilik için kan dökmekten çekinmeyen, boğazı kesilenle boğaz kesenin tekbir getirdiği Müslümanlar hilafetle yola mı gelecek?..
Halife’nin sihirli değneği mi var?..
Çözüm hilafette değil Cumhuriyet ve demokrasidedir.
Bugün yerlerde sürünen Müslüman ülkelerin haline bir bakın.
Hiç birisinde Cumhuriyet yok, demokrasi yok.
Satın alınmış yöneticilerin zulmü altında inim inim inliyorlar.
Müslüman olmaları satılmalarına engel değil.
Değil halife, halifelerden ordu kursanız bunlara faydanız olmaz.
Cumhuriyetimizin ve demokrasimizin değerini bilelim.
Güçlü ve Büyük Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ne halifeye ne de hilafete ihtiyacı yoktur.
Gelelim ikinci tartışma konusu olan İstanbul Sözleşmesine.
Tam adı ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir. 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılmış, 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmiştir. İstanbul’da imzaya açılması sebebiyle bu şekilde isimlendirilmiştir.
Bu tartışmayı yapanların önemli bir bölümünün sözleşmede yer almayan konular üzerinden tartışmaya katılmaları sözleşmeyi okumadıklarını göstermektedir.
Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunamayacağından yazılanların ve söylenenlerin en azından bir kısmı ,kadına yönelik şiddetin üstünü örtmekten öteye gitmiyor.
Sözleşmenin amacı 1. Maddede;
a. kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak;
b. kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak;
c. kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak;
d. kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak;
e. Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak, olarak belirlenmiş.
Sözleşmenin 3. Maddesine göre:
a “kadına karşı şiddetten”, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık anlaşılacak ve bu terim, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır;
b “aile içi şiddet”, eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır;
c “toplumsal cinsiyet”, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır;
d “kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet”, bir kadına karşı, kadın olduğu için yöneltilen veya kadınları orantısız bir biçimde etkileyen şiddet olarak anlaşılacaktır;
e “mağdur”, a ve b fıkralarında belirtilen davranışlara maruz kalan herhangi bir şahıs olarak anlaşılacaktır;
f “kadın” terimi, 18 yaşından küçük kızları da kapsayacaktır.
Sözleşmenin 4. Maddesinde alınacak önlemler şöyle sıralanmış.
1. Taraflar herkesin, özellikle de kadınların, gerek kamu gerekse özel alanda şiddete maruz kalmaksızın yaşama hakkını yaygınlaştırmak ve korumak için gerekli olan yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır.
2. Taraflar, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığı kınayacak ve ayrımcılığı önlemek üzere, özellikle aşağıdakiler dahil olmak üzere, gerekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır: – ulusal anayasalarında veya ilgili diğer mevzuata kadın erkek eşitliği ilkesini dahil edecek ve bu ilkenin uygulamada gerçekleştirilmesini temin edeceklerdir; – yerine göre, yaptırımların uygulanması yolu da dahil olmak üzere, kadınlara karşı ayrımcılığı yasaklayacaklardır; kadınlara karşı ayrımcılık yapan yasa ve uygulamaları yürürlükten kaldıracaklardır.
3. Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.
4. Kadınların toplumsal cinsiyete dayalı şiddete karşı korunması için gerekli olan özel tedbirler, bu Sözleşme hükümlerince ayrımcılık olarak sayılmayacaktır.
Sözleşmenin temel hükümleri özetle bunlar.
Görüleceği üzere Sözleşmede, eşcinsel yönelimlerin meşrulaştırıldığı ve ailenin çökertildiği iddiasını doğrulayacak bir ifade bulunmamaktadır.
Nitekim Yeni Şafak Yazarı Süleyman Seyfi ÖĞÜN’ün 03/08 tarihli yazısında yer alan; “..Ama suç artıyor diye bunu seyretmek mi gerekiyor? Tabiî ki hayır. Önleyici, caydırıcı tedbirlerin hukuk mârifeti ile alınmasını hızlandırmak gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin maddelerini gözden geçirdiğim zaman gördüğüm metnin bu amaçla hazırlanmış olduğu. Bâzı çevrelerin iddia ettiği gibi, âilenin çökertilmesi, eşcinsel ilişki ve evliliklerin meşrûlaştırılmasına dâir bir ifâdeye rastlamadım. Elyevm idrâk ettiğimiz tüketim tarzı bu tarz bir baskılama yapıyor elbette. Ama İstanbul Sözleşmesi’ni bunun cihâzı gibi görmek aşırı bir yorum olarak kalıyor. Âileyi; bırakalım âileyi bir kül olarak toplumsalı çökerten dinamiklerle hesaplaşmak, İstanbul Sözleşmesi’yle hesaplaşmaktan çok ama çok daha ağır bir iş. Buna yanaşmayanlar işin kolayına kaçıyor. Basitlemecilik son noktada küfürleri de getirdi. Buna da doğrusu üzülmemek elde değil” ifadeleri de bu tespitimizi doğrulamaktadır.
Abdullah Yılmaz İnternet Haber (31.07.20) sitesinde yazısında İstanbul Sözleşmesinin iptal edilmesini isteyenlerle ilgili olarak şunları söylüyor;
“İstanbul sözleşmesi tehlike altında.
Gerekçe neymiş.
Aile mefhumu kalmıyormuş.
Kısacası ağız tadıyla karısını, kızını bir güzel dövüp, sövemiyorlarmış.
Densizlerden biri, Allah kadını kocası dövsün rahatlasın diye yarattı, kadında bu yüzden sevap kazanacak demedi mi?
Aile içinde yaşanan ev içinde kalacakmış.
Evin içine kanun giremezmiş, namahremden sayarlarmış.
Sen evlendiysen kadını mal diye mi aldın, yoksa köle mi, kaldı ki kölelerinde bir hukuku vardır. Evlendiğin kadın senin yol arkadaşın. Bereketin, geleceğin evinin direği, çocuklarının anası, yani ANA. Sen kendini ne sandın.
Sıkıştıklarında lafı sonunda getirdikleri yer:
Cinsel kimliği olmayan bireylerin eylemleri çocuklarımıza kötü örmek olacak,
Lgbt’lilerin de korumaya alınmasını sindiremiyorlarmış.
Kısacası cinsel kimlik dışındaki erkek ya da kadın olmayanların, katli vacibe getiriyorlar.”
Sayın Yılmaz’ın ifadelerine katılmamak mümkün mü?
Bu açıklamalardan sonra gelelim bizim değerlendirmemize.
KADEM tarafından yapılan açıklamada da vurgulandığı üzere;
Düzenlemelerden faydalanabilecek olanlar kadın ya da erkek fark etmeksizin ‘mağdur’lardır. Polise başvurulması çoğunlukta mağdur can korkusu yaşamaya başladığında gerçekleşir. Şiddet bu boyuta geldikten sonra ise her geçen dakika mağdurun aleyhine işler. Bu sebeple koruma başvurusu durumunda, delillendirme zaman alacağından hâkim, şiddet mağduru lehine tedbir kararına hükmedebilmektedir. Bu karar gözaltına alınma değildir.
Sözleşme sadece kadınları kapsamamakla birlikte daha çok kadınlar için geçerlidir. Çünkü kadınların erkeklere kıyasla daha fazla maruz kaldıkları türden (cinsel taciz ve ırza geçme, ısrarlı takip, aile içi şiddet, zorla evlendirme, zorla kısırlaştırma) şiddet türlerini kapsamaktadır.
Sözleşme, üçüncü bir tür oluşturmaya ya da LGBT eğilimlerini hukuk normu olarak belirlemeye veya teşvik etmeye yönelik bir hüküm taşımamaktadır.
“Koca tecavüzü” denilen durum normal, sağlıklı ilişkiler değil, insan onuruna da İslam değer yargılarına da ters biçimde yaşanan zorbalıklardır. Bu tür zorbalıklara maruz kalan bir insanın yaşadığı şiddetten kurtulması için imkân sağlamak mazluma yardım etmek olarak nitelenmelidir.
“Kadının beyanı” olarak sıklıkla ifade edilen konu, şiddet mağdurunun beyanıdır. Şiddet mağduru erkek de olabilir.
“Toplumsal Cinsiyet” eşcinsellik ya da cinsiyetsizleştirme değildir. Kadın ve erkeğe eşit fırsat anlamına gelir.
Her gün en az iki kadının erkekler tarafından katledildiği, yüzlercesinin fiziki şiddete uğradığı gerekçesiyle şikayetçi olduğu, korkup başvuramayan binlerce kadının şiddete katlanmak zorunda kaldığı, zaman zaman yüreğimizi burkan en vahşi cinayet örneklerini gördüğümüz ülkemizde bu gerçeği görüp çözüm getirmek varken amacı;
Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak;
Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak;
Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak olan bir Sözleşmeyi, aileyi yıpratan, üçüncü bir tür oluşturmaya ya da LGBT eğilimlerini hukuk normu olarak belirlemeye veya teşvik etmeye yönelik bir Sözleşme olarak niteleyerek, sözleşmeden çekilelim demek, “bırakalım kadınlar ölmeye/dayak yemeye devam etsinler, kol kırılır yen içinde kalır” demektir.
Sözleşmeden çıkmakla şiddet duracak mı?..
Her akşam ekranlarda şiddete uğrayan kadın görüntüleri izlemekten bıktık.
Süleyman Seyfi ÖĞÜN hocanın ifade ettiği üzere, “bırakalım âileyi bir kül olarak toplumsalı çökerten dinamiklerle hesaplaşmak, İstanbul Sözleşmesi’yle hesaplaşmaktan çok ama çok daha ağır bir iş. Buna yanaşmayanlar işin kolayına kaçıyor.”
Görmek, anlamak ve duymak istemeyen basitlemeci, küfürbaz ve ucuzcular için bir kez de ben hatırlatayım.
Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet (2015) Araştırmasına göre;
“Türkiye genelinde yaşamının herhangi bir döneminde fiziksel şiddete maruz kaldığını belirten kadınların oranı yüzde 36’dır. Bir başka deyişle, her 10 evlenmiş kadından neredeyse 4’ü eşi veya birlikte olduğu erkeklerin fiziksel şiddetine maruz kalmıştır. Kırsal veya kentsel yerleşim yeri farklılığı, yaşam boyu veya son dönemde maruz kalınan şiddet düzeyinde önemli bir farklılaşmaya neden olmaz iken, bölgeler arasında fiziksel şiddet düzeyinin yaşam boyu şiddet için yüzde 27 ile 43 arasında; son 12 ayda yaşanan şiddet için ise yüzde 5 ile 11 arasında değiştiği görülmektedir. Araştırma sonuçları, fiziksel ve cinsel şiddetin bir arada yaşanmasının yaygın olduğunu göstermektedir. Türkiye genelindeki kadınların yüzde 36’sı fiziksel şiddete, yüzde 12’si cinsel şiddete maruz kaldığını belirtirken, kadınların yüzde 38’inin iki şiddet biçiminden en az birine maruz kalması, çoğunlukla cinsel şiddetin fiziksel şiddet ile bir arada olduğunu göstermektedir. Yaşın ilerlemesi ile birlikte fiziksel ve cinsel şiddetten en az birine, yaşamın herhangi bir döneminde maruz kalma durumu beklenildiği gibi artmaktadır. Araştırma kapsamındaki en genç yaş grubu olan, 15-24 yaşları arasındaki kadınlar arasında fiziksel şiddet, en yaşlı grup olan 45-59 yaşlarındaki kadınlara oranla yaklaşık üç katı seviyesindedir. Genç yaşların aynı zamanda evliliğin ilk yıllarına karşılık geldiği dikkate alındığında, şiddete maruz kalma riski açısından en dezavantajlı grubun genç ve evli kadınlar olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu ilişkiyi destekleyen bir başka bulgu ise, erken yaşta evlenmiş kadınların (18 yaş öncesi) her iki şiddet türüne de daha fazla maruz kalmasıdır. On sekiz yaşından önce evlenen kadınların yaklaşık yarısı fiziksel şiddete, beşte biri ise cinsel şiddete maruz kalmıştır. On sekiz yaşını tamamladıktan sonra evlenen kadınlar arasında ise her on kadından üçünün fiziksel şiddete, her on kadından birinin cinsel şiddete maruz kaldığı görülmektedir. Özellikle cinsel şiddet, erken yaşta yapılan evlilikle birlikte iki katına çıkmaktadır. Evlilikle ilgili dikkat çekici bir başka nokta ise, eşinden boşanmış veya eşi ile ayrı yaşayan kadınlar arasında, eşin veya birlikte olduğu erkeğin şiddetine maruz kalmış olan (hem yaşam boyu şiddet hem de son dönem şiddet açısından) kadınların payının yüksekliğidir”.
Yüzde doksanbeşi Müslüman olan ülkede kadına yönelik şiddet konusunda durum bu kadar vahim, yaygın ve utanç verici iken, en azından bu şiddetin önlenmesini amaçlayan İstanbul Sözleşmesini, aileyi yok eden ve LGBT eğilimlerini teşvik eden bir düzenleme olarak ilan edenlerin, kaldırılmaması halinde bunun siyasi sonuçları olacağı imasıyla aba altından sopa göstermeleri amaçlarının üzüm yemek olmadığını göstermektedir.
Aileyi İstanbul Sözleşmesi değil, dayakçı ve tecavüzcü öküzler çökerttiğinden Sözleşmenin kaldırılmasının şiddetin önlenmesine hiçbir katkısı olmayacaktır.