Yazları Korgun’da geçiren anne ve babamı görmek için Anneler gününü de fırsat bilip 10 Mayıs günü Korgun’a günübirlik bir ziyarette bulundum.
Öncelikle Ankara-Çankırı karayolunun bitmek tükenmek bilmeyen onarımlarının tamamlandığını görmek beni sevindirdi. Demiryollarından geçmeden yeni yapılan yoldan doğrudan Çankırı kapısına girmek güzeldi.
Korgun’daki baba evi her zamanki gibi huzur veriyordu. Daha avlu kapısından girer girmez ortalığı kaplayan sümbül kokusu beni aldı götürdü. Uzun ve yoğun geçen bir kışın ardından geç kalmalarını telafi edercesine etraf yemyeşil ve her taraf çiçeklerle dolmuş.
Baba ocağı güzel, ağaçlar, çiçekler güzel de çocukluğumuzun geçtiği harmanlar, avlular bomboş…
Ne çocuk sesi, ne hayvan sesi var…
Arada sırada Organize Sanayi’ye giden araçların çıkarttığı rahatsız edici mekanik sesten başka ses neredeyse yok.
Koskoca mahallede içinde insan yaşayan ev sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.
Derin bir sessizlik var.
Yerleşim Toki Evleri’nin bulunduğu alana doğru yapıldığından çocukluğumuzun geçtiği eski mahallemiz kaderine terkedilmiş.
Muhtemelen okulların kapanmasıyla birlikte tatillerini geçirmek için gelenlerle bu sessizlik yerini çocuk seslerine bırakır.
Belki kafa dinlemek için sessizlik iyi ama bu kadarı da fazla…
Mekânlar insanlarla canlanıyor, ete kemiğe bürünüyor.
Dönüşte uğradığım mezarlıkta, geçmişimde yerleri olan bir sürü ismin mezarlarını görünce hüzünlendim.
Ölümden kaçış yok.
Hazırlıklı gitmişsek tamam da hazırlığımız yoksa vay halimize...
Baba ocağının hemen yanı başındaki Ali Amca’nın bir zamanlar giden geleni eksik olmayan evi şimdi bomboş. Önce Ali Amca’nın sonra Hanife teyzenin ölümlerinden sonra kilit vurulmuş kapılarına. Rahmetli Ali amca eşekleri koştuğu arabasıyla yazıya gider gelir, bahçesini sulamak için onca yaşına rağmen pınardan su getirirdi. Elektriği de, suyu da idareli kullanırdı.
Tam karşı evdeki rahmetli Arif amcanın (Özcan) arabasına, otobüsüne binmeyen hemen hemen yoktu. Uzun yıllar otobüsçülük yapmış, burunlu Chevrolet marka küçük otobüsü ile İstanbul, Korgun arası yolcu taşımıştı. Daha sonra uzun yıllar taksisiyle hizmet veren Arif amca; Kezban teyze öldükten sonra uzun bir süre yalnız yaşamış, ölmeden bir süre önce Huzurevine girmek için bizden yardım istemişti. Arif amca huzurevine yerleştirildi ama orada fazla bir süre kalamadan hayata gözlerini yumdu. Şimdi onun evinin de kapısı kilitli. Çocukları torunları var ama herkes işinin gücünün peşinde olduğu için muhtemelen gelip gidemiyorlar.
Arif amcanın evinin yanı başındaki Meryem teyzenin evinin de kapısı kilitli. Bir zamanların güçlü çalışkan ve ağzı laf yapan Meryem teyze (namı diğer deli Meryem) de yok artık. Ölmeden önceki dönemde Korgun’a gittiğimizde evinin önündeki merdivende otururken ya da bastonuyla zorlukla yürürken görürdük onu. Nasılsın diye sorduğumuzda “ah yavrum eski halim yok, yürüyemiyorum” diye yakınırdı. Çocukluğumuzda maç yaparken kalenin arkasında kalan evinin camına ve duvarına az topumuz çarpmamıştı.
“Lan oğlum gidin başka yerde oynayın!” diye bağırırdı her top çarptığında. Ne biz başka yerde oynardık, ne de o bizi başka yerde oynamaya zorlardı. Sadece söylenirdi. Çünkü oğlu Mehmet te bizimle birlikte top oynardı.
Rahmetli Mustafa dedem Meryem teyzeyi çok takdir eder, Meryem teyze de dedeme saygı gösterirdi. İkisi de birbirinin değerini bilir hakkını teslim ederlerdi.
Meryem teyzenin evinin yanında Nimet teyzeye ait ev elli yıla yakındır boş. Nimet teyzenin İstanbul’dan gelin geldiğini biliyorum. Saygı duyulan bir insandı. Onun ölümünden sonra evi kaderine terkedilmiş. Etrafında diğer evler olmasaydı şimdiye kadar çoktan yıkılıp yok olurdu.
Hemen karşıdaki Cicos’ların evi de yıllardır bir gelen olsun diye umutsuzca bekliyor.
Bizler ilkokul öğrencisi iken oğulları Recep eline aldığı dinamitin fitilini ateşleyerek harmanda bizi kovalamış sonra da iki bacağı arasına sıkıştırarak kapsülü çıkartmaya çalışırken meydana gelen patlamayla bir elindeki parmakların tümünü kaybetmişti. Damarların sallandığı o kanlı el görüntüsünü hiç unutamıyorum. O gün Recep’i Çankırı’ya hastaneye yine Arif amca götürmüştü. Sonra Recep’i bir daha Korgun’da görmedik.
Belki kaybettiği parmaklarının sorumlusu olarak Korgun’u gördüğü için gelmiyordu.
Terk ettikleri evleri o gün bu gün boş.
Ne geleni var ne gideni… Yorgun duvarlar tahammül sınırı aşmış yıkılmaya başlamış..
Liseden sınıf arkadaşım Sarıgil’in Veysel’in evi de neredeyse son nefesini veriyor. Çöktü çökecek.
Bir zamanların özenli ve bakımlı avlularını çevreleyen taş duvarlar yıkılmış, aralarından çıkan otlar çirkinliği geçici olarak kapatmış. Yarın otlar sarardıklarında bakımsızlık, vefasızlık ve terk edilmişlik tüm çıplaklığı ile görünecek...
Örenbaşı Camii’nin karşısındaki odada misafirler kalırdı çocukluğumuzda. Bayramda her evden getirilen yemekler büyükler tarafından orada yenirken biz de hizmet ederdik. Bir yabancı misafir geldiğinde bu oda da yatar ve ona orada yemek ikram edilirdi.
Uzun kış gecelerinde büyükler sohbet ederler, biz de arkalarında onları dinlerdik.
Şimdi bu odanın da kapısı kilitli.
O mu bize küskün biz mi ona vefasızlık ettik bilemiyorum.
Baba evinin çapraz karşısındaki Mariye’nin Hafız’ın(Çankırı Büyük Cami’nin müezzini) evi ise yıkıldı yıkılacak. Son nefesini veriyor desek yeri var. Ne cam kalmış, ne çerçeve.
Mahallenin tek demirbaşı Halim Hoca. İyi ki var ve iyi ki baba ocağını tüttürüyor.
Onun ve ailesinin varlığı, can çekişen mahalleye güç olmuş.
İhtiyacı olan rahatlıkla kapısını çalıyor Halim Hoca’nın…
Bir de yangından sonra yeniden yapılan Oğuzevi’nin evleri var akşamları ışık yanan.
Yazları gelip kışları giden Afife teyze, Kamil abi ve ailesi ısrarla ve inatla baba ocağını tüttürüyorlar.
Sonrası derin bir sessizlik ve derin bir karanlık.
Hayat böyle bir şey… Bir zamanların varları, bugün yoklar.
Hâlbuki kadınlar, kızlar, harmanlarda bu mevsim harıl harıl gıcımelek (madımak) toplardı.
Ve hemen her evde çorbası yapılırdı gıcımeleğin.
Şimdilerde Çankırı’dan, diğer köylerden gelenler topluyorlarmış.
Her mahallede bir ekmek fırını vardı. Yoğrulan hamurlar teknelerle bu fırınlara götürülür ve orada pişirilirdi.
Hamursuzun, nokulun ayrı bir tadı vardı ve bu tat için emek verilirdi.
Bazlamalar ise evde yapılırdı.
Ramazanlarda bu fırınlara keşkek ve ekşilaş (ekşiliaş) sürülürdü.
Şimdi evlerde keşkek yapılsa da o eski tatlardan eser yok.
Artık bu fırınlar yok. Zaten olsa da bu fırınlarda ekmek yapacak kimse yok.
Parasını verip hazır ekmek almak daha kolay.
Önce bağlar bahçeler terkedildi. Sonra evlerin kapılarına kilitler vuruldu.
Belki bir süre sonra kapıları kilitli ve gideni geleni olmayan bu evler yıkılarak arsalarına apartmanlar yapılacak.
Kendilerinden öncekileri tanımayan yeni nesil bu apartmanlarda yaşayarak yerlerini yine kendilerini tanımayan bir başka nesile bırakıp göç edecekler.
Hayatın olağan akışı içinde normal gelse de varlıklarıyla bir döneme damgasını vuran büyüklerimizin birer ikişer unutulmaları ve hatıralarının yok edilmeleri hüzün verici.