“Fetihten sonra şehrin en büyük mâbedi olan Hagia Sophia Kilisesi Fâtih Sultan Mehmet tarafından Ayasofya adıyla fethin sembolü olarak camiye çevrilmiş ve ilk cuma namazı da burada kılınmıştı. Bu sebeple daha sonra fethedilen diğer şehirlerdeki kiliseler camiye çevrildiklerinde en büyüğünün Ayasofya adıyla anılması âdeta bir gelenek haline gelmiştir. Bunlardan bazıları daha kilise halindeyken bu adla anıldıkları halde, bir kısmı da halk tarafından fethe işaret olarak sonradan yakıştırılmış, böylece hepsi Ayasofya Camii olarak anılmıştır.
Ayasofya 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile cami olmaktan çıkarılıp Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlandı. Ayasofya müze haline geldikten sonra ilk defa 8 Ağustos 1980’de hünkâr mahfili kısmı ibadete açıldı. Bundan kısa bir süre sonra (14 Eylül 1980) restorasyon gerekçesiyle tekrar kapatılan hünkâr mahfili 10 Şubat 1991’de yeniden ibadete açıldı ve Ayasofya kısmen de olsa cami olarak hizmet vermeye başladı.” (TDV İslâm Ansiklopedisi,1991/ İstanbul cilt 4 sayfa 206-210. Bu bölüm en son 30.07.2020 tarihinde güncellenmiştir.)
1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle 2005 yılında Danıştay 10. Dairesi’nde açılan dava 31 Mart 2008’de esas yönünden reddedildi .
Temyiz edilen karar Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından 10 Aralık 2012’de onanırken, düzeltme istemi de 6 Nisan 2015’de reddedilmişti.
2016 yılında Danıştay 10. Dairesi’nde yeniden açılan dava 2 Temmuz 2020’de sonuçlandı ve bu kez Danıştay tarihî bir karar (2020/2595) vererek 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti.
Bu karar sonrası 10 Temmuz 2020 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Ayasofya Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilerek ibadete açılması kararlaştırıldı. Böylece İstanbul’un fethinden sonra Cuma namazı kılınarak cami olarak ibadete açılmasının ardından seksenaltı yıl sonra 24 Temmuz 2020 tarihinde kılınan cuma namazıyla Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi adıyla yeniden ibadete açılmış oldu.
Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması yıllardır bunu hasretle bekleyen milletimizin büyük çoğunluğunu sevindirirken, bu sevince ortak olamayanlar her fırsatta bir Bizanslı edasıyla duydukları rahatsızlığı ifade ediyorlar.
Bunlardan birisi olarak Ayasofya’nın müze olarak kalması taraftarı olduğunu ve bakanlığı döneminde de bunu savunduğunu söyleyen Ertuğrul Günay, "Vatikan’dan eski bir mabet. Oraya girdiğiniz zaman gözünüzü kapatarak, illa eğilip kalkılarak ibadet yapılmaz ki. Herkes kendi inancıyla ibadetini yapabilir buna bir engel yoktu" skandal ifadelerini kullandı.
Sayın Günay’ın milletin büyük çoğunluğunun aksine Ayasofya’nın müze olarak kalmasını istemesi hiç te yadırgamadığımız kişisel tercihidir ve fazla bir önemi de yoktur.
O anlamakta zorluk çekse de batının yıllar süren baskılarına rağmen Ayasofya’nın camiye çevrilme kararı egemen bir devlet olmanın sonucudur.
Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu TBMM’nin duvarlarına yazmakla gerçekleşmiyor.
Egemenlik; hak ve çıkarlarınızın, hiç kimsenin izin ve yardımına gerek duyulmadan kendi azim ve iradenizle korunmasıyla oluyor.
Egemen olmanın gerektirdiği kararlılık ve cesareti gösteremeyenler, egemenlik masalcılarıdır.
İstanbul’un fethinin sembolü olan ve tapusu Türkiye Cumhuriyetinde bulunan bir mülkün nasıl kullanacağına yine Türkiye Cumhuriyeti karar verir.
Karar verilirken de kimin ne dediğine, kimin küstüğüne, kimin tehdit ettiğine değil milletin ne dediğine bakılır.
Egemenlik; şirinlik muskası dağıtılarak, elalem ne der diye korkarak korunmaz.
İşte bu nedenle sayın Günay’ın milletin çoğunluğunun aksine Ayasofya’nın müze olarak kalmasını istemesi de üzerinde durulmaya gerek olmayacak bir teferruattır.
Ancak Kültür Bakanlığı yapmış bir kişinin; “Oraya girdiğiniz zaman gözünüzü kapatarak, illa eğilip kalkılarak ibadet yapılmaz ki. Herkes kendi inancıyla ibadetini yapabilir buna bir engel yoktu” ifadeleri kişisel görüş olmaktan öte, İslam dininin direği olan namazın önem ve ciddiyetinden ne kadar habersiz ve namaza karşı ne kadar saygısız olduğunu göstermesi açısından ibret vericidir.
Hiçbir tıbbi bilgisi olmadığı halde aşının zararları hakkında ahkam kesen kıraathane müdavimlerinin yaptığı ile eski bakanın namaz hakkındaki değerlendirmesi arasında hiçbir fark yoktur.
Her ikisinde de cehalet paçadan akmaktadır.
Cehalet paçalardan akıyorsa durum vahim demektir.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkan ve birilerinin kulağına hoş gelen sözler söyleyerek “aferin” almayla kalkanların zannettikleri gibi namaz, eğilip kalkmaktan ibaret “sportif” bir faaliyet değildir.
Gerçek Müslümanlar, kulluk görevlerinin bir gereği olarak her aşamasında ilahi bir hikmet olan namazı huşu içinde kılarlar.
“Farsça’da “tâzim için eğilmek, kulluk, ibadet” anlamına gelen namâz, sözlükte “dua etmek, ibadet etmek, bağışlanma dilemek, yalvarmak” mânalarındaki Arapça salât kelimesinin (çoğulu salavât) karşılığı olarak Türkçe’ye geçmiştir. Terim olarak salât tekbirle başlayıp selâmla son bulan, belirli hareket ve sözlerden oluşan bedenî ibadeti ifade eder.”
“İmandan sonra en faziletli amel sayılan (Müslim, “Îmân”, 137-140) ve kelime-i şehâdetten sonra İslâm’ın en önemli rüknü olan namazın aynı zamanda mükemmel bir dua niteliğinde olduğu söylenebilir. Belli davranışlar ve özel rükünlerle Allah’a kulluk etmenin ifadesi olan namazın dış görünüşü birtakım şekiller ve zikirden ibaret olmakla birlikte gerçek mahiyeti yaratıcıya yakarmak, O’nunla konuşmak ve O’na yakınlaşmaktır. Namaz kişinin bedeni, dili ve kalbiyle, kısaca bütün varlığıyla Allah’a yönelmesi halidir.
Namaz Allah ile kul arasındaki ilişkiyi bir ömür boyu amelî olarak sürdüren, insanın eylemlerini dinî ve ahlâkî hükümler çerçevesinde geliştirmesine yardımcı olan bir ibadettir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de namazın ahlâkî tesirlerine ve kötülüklere karşı koruyucu özelliğine işaret edilerek, “Şüphesiz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten meneder” buyurulur (el-Ankebût 29/45). Hem zâhirî şartlarına ve rükünlerine hem ihlâs, huşû, takvâ gibi mânevî şartlarına özen gösterilerek kılınan namaz hayâsızlık ve kötülük olarak değerlendirilen tutum ve davranışlarla uyuşmaz”. (TDV İslâm Ansiklopedisi 2006/İstanbul, 32. cilt, sayfa:350-357)
Eski bakanın eğilip kalkmaktan ibaret olduğunu zannederek hafife aldığı namazın Allah katında ne kadar değerli bir ibadet olduğu yukarıda yer alan açıklamalardan anlaşılmaktadır.
Yüzde doksanbeşinin Müslüman olduğu bir ülkede Bakanlık yapmış bir kişinin bu gerçeklerden habersiz olması ne kadar ibretlik ise haberdar olduğu halde namazı eğilip kalkmak gibi sıradan bir vücut hareketi olarak nitelemesi de o kadar ibretliktir.
Sadece bu olay bile; bu ülkedeki (çakma) aydınların, halktan ve halkın değerlerinden kopuk olduklarının, inanca saygılarının bulunmadığının, halkın irade ve tercihlerini dikkate almadıklarının ve bu nedenle de halktan saygı görmediklerinin açık bir göstergesidir.
Unvan, statü ve makamı ne olursa olsun hiçbir şey kişinin kendisini bilmesi kadar değerli değildir.
Kişi kendisini bilmiyorsa söyleyeceklerinin bir cahilin söyleyeceklerinden hiçbir farkı yoktur.
Atatürk’ün söylediği gibi; “Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir.”
Fazla söze gerek var mı?..
Türk Hava Kurumu’nu kimler bu hale getirdi?..
Geçtiğimiz ay yaşanan seri orman yangınlarının ardından muhalefet bu yangınları söndürebilecek uçaklar THK’ da bulunmasına rağmen hükümetin THK’dan yangın söndürme uçağı kiralamadığı eleştirisinde bulunmuş, hükümet ise THK’na ait uçakların hangardan çıkamayacak durumda olduklarını açıklamıştı.
Bu açıklama üzerine; Başta İstanbul olmak üzere CHP’li 11 Büyükşehir Belediye Başkanı bir deklarasyon yayımlayarak, Türk Hava Kurumunun bünyesinde bulunan yangın söndürme uçaklarının tüm bakım ve işletme giderlerini karşılamaya hazır olduklarını belirtmişlerdi.
Cumhurbaşkanlığının talimatı üzerine Devlet Denetleme Kurulu, THK Derneği Genel Başkanlığı, THK Gökçen İktisadi İşletmesi ve şubeler ile THK Havacılık Vakfı şirketlerinin 2009-2019 dönemine ilişkin tüm iş ve işlemleri ile hesaplarını denetlemesi sonucunda hazırlanan denetim raporunda, THK Havacılık Vakfı ve üniversitenin kurulması ve hızlı şirketleşme süreciyle birlikte 2011 yılı sonrası dönemde dernek faaliyetlerinin sınırlarının adeta bulanıklaştığı, kurumun mali yeterliliği ve personelin yetkinlik kapasitesinin üzerinde bir faaliyet yoğunluğu ve çeşitliliği içine sokularak THK’nın kuruluş felsefesi ve amacından uzaklaştırıldığı belirtildi.
Bu süreçte alanında yetkin olmayan yönetici ve personelin kurumda istihdam edildiğinin belirtildiği raporda, yöneticilerin plansız ve öngörüsüz kararları, tekrarlanan hata ve suiistimaller sebebiyle, THK Derneğinin 2019 yılı dönem net zararının 275 milyon 698 bin 776 TL’ye ulaştığı belirlendi.
Raporda, THK Genel Başkanlığı, Gökçen İktisadi İşletmesi ve tüm THK Havacılık Vakfı şirketlerinin banka borçlarının Yönetim Kayyum Heyeti tarafından yapılan mutabakatlarla yeniden yapılandırıldığı, buna göre THK’nın banka borçları toplamının 1 milyar 214 milyon 46 bin 587 TL, 71 milyon 776 bin 909 euro ve 484 bin 476 ABD doları olduğu tespit edildi.
Raporda, faaliyetleri devam eden 8 THK Havacılık Vakfı şirketinden 4'ünün 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu'nun 376'ncı maddesi kapsamında "borca batık", 4'ünün ise "sermayenin tamamen kaybı" durumunda bulunduğu belirtildi.
Raporda, 2019 yılı itibarıyla THK mülkiyetindeki toplam 1330 gayrimenkulden 252 adedinin çeşitli banka kredilerine ilişkin olarak ipotek edilmiş olduğu tespiti de yer aldı.
THK Genel Başkanlığının 2002-2013 döneminde yardım toplama faaliyetleri kapsamında elde ettiği gelirlerden Yardım Toplama Esas ve Usulleri Hakkında Yönetmeliğin 22. maddesine göre ayrılan paylardan toplam 33 milyon 813 bin 277 TL’nin ilgili kurumlara ödenmediği de aktarıldı.
Raporda, Haziran 2020 itibariyle THK Genel Başkanlığı envanterinde kayıtlı 21 yangın söndürme uçağından 15’inin gayri faal, diğer 6 uçağın bakımda ya da bakımı bekler durumda bulunduğu belirtildi.
THK envanterindeki bakıma ihtiyacı bulunan 6 adet CL-215 tipi yangın söndürme uçağından 2 uçağın toplam 2 milyon 194 bin dolar değerinde malzeme bekler durumda olduğu, 1 uçağın bakım ve x-ray uygulamasının bulunduğu, bu üç uçağın dış yüzeyine korozyona karşı AD uygulaması yapılması gerektiği vurgulanırken, diğer 3 uçağın da malzeme bekler durumda olduğu, ayrıca 2020 yılının Mart ayında yapılması gereken AD uygulamasının ekonomik gerekçelerle yapılmadığının belirlendiği kaydedildi.
Bu Rapordan ortaya çıkan hazin sonuç şu;
“Kendisi muhtac-ı himmet bir dede, nerde kaldı geriye himmet ede”.
Bu haliyle THK uçakları değil yangın söndürmek havalanmaları bile mümkün değil.
O zaman şu soruları sormak hakkımız..
THK’nu kimler bu hale getirdi?..
Ve THK hangi zihniyetin arka bahçesi idi?..
Arka bahçeleri iken al gülüm ver gülüm muhabbeti yapanlar o zaman neden destek vermediler de şimdi iş işten geçtikten sonra yardım gösterisi yapıyorlar?..
Ayrıca şehrindeki otobüslerinin bakımını yaptırmaktan aciz, hergün birkaç otobüsü yolda kalan ve halka otobüs ittirerek toplu taşımada yeni bir çığır açan bir belediyenin ilacı olsa kendi başına sürmez mi?...
İşgalcilerin kollarında vals yapanlar da çarşaflı mıydı?
Geçtiğimiz günlerde Balıkesir’in Edremit İlçe Belediyesi ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği birlikte ilçenin düşman işgalinden kurutuluşu için bir program düzenlediler.
Programda zincire vurulmuş çarşaflı bir kadının zincirlerinin çözülmesiyle, çarşafın içinden modern(!) kıyafetli bir kadın çıkarak özgürlüğüne kavuşuyor ve bu ucuz teatral gösteri sonucunda Edremit’in düşman işgalinden kurtuluşu canlandırılmış oluyordu.
Onlara göre çarşaflı kadın zincire vurularak aşağılanacak bir köleydi ve ancak çarşafını çıkartıp başkaları onu kurtarırsa özgür olabilecekti.
Gelen yoğun tepkiler üzerine CHP Balıkesir İl Başkanı Serkan Sarı Kurtuluş günü kutlamalarına gölge düşürülmeye çalışıldığını söyleyerek olaya siyasi bir anlam yüklemeye ve algı yaratılmaya çalışıldığını ifade ederek yapılanlarda bir yanlışlık olmadığını savundu.
Peki madem mizansen, neden zincire vurulan çarşaflı bir kadın?
Zincire vurulacak köle gibi gösterilecek birileri arandığında neden hep çarşaflı kadınlar akla geliyor.
Kaldı ki kurtuluş savaşında erkekleriyle omuz omuza savaşan kadın kahramanlarımızın kaçı çarşaflı değildi?..
Dahası; Atatürk’ü yetiştiren Zübeyde Hanım ve eşi Latife hanım örtülü değiller miydi?
Bu programı düzenleyenlere ve savunanlara son bir soru;
Topyekun istiklal mücadelesi verilirken kendilerini işgalcilerin kollarına bırakarak vals yapanlar da çarşaflı mıydı?..