Genç arkadaşlarımızdan birisinin yazdığı raporu okuyan deneyimli bir arkadaşımız; güzel ama destan gibi olmuş dedi.
Yani “uzun olmuş” demek istedi.
Onlar destan gibi raporu tartışırken aklıma 60’lı yılların ortalarından itibaren önce kendi sesi ile sonraları ise kaydettiği kaseti teybe koyarak Çarşamba Pazarlarında bir aşağı bir yukarı destan okuyan adını bilmediğim meşhur destancı geldi.
Yaşanmış ya da yaşanabilecek dramatik/trajik bir olayın şiir formatında ve kendince uydurulmuş bir makamda olabildiğince acıklı bir tonda okunduğu destanlar o yıllarda Çarşamba Pazarlarının vazgeçilmeziydi.
Adını ve kim olduğunu bilmediğim destancı bu işi öylesine güzel yapıyordu ki okuduğu metnin basılı olduğu kağıtlar hatırladığım kadarıyla o zamanın parasıyla beş kuruşa kapış kapış gidiyordu.
Her hafta okunan destanın konusu farklı idi.
Askerden döneceği günü bildirmeyen gencin gece geldiği evinde yabancı sanılarak babası tarafından öldürülmesi, yeni bir gelinin sele kapılarak kaybolması, bir anne adayının doğum yaparken hayatını kaybetmesi, yedikleri mantardan bir ailenin tüm fertlerinin zehirlenmesi gibi günümüzde TV dizilerine konu olacak dramatik/trajik olayların zaman zaman 20 dörtlüğe varacak kadar uzun bir şekilde anlatılması bile sıkıcı gelmezdi.
Çünkü destancı öyle bir yanık sesle okurdu ki bitmesin isterdiniz.
Acıklı filmleri izlerken ağlayanlar gibi destanları dinleyip ağlayanlar bile olurdu.
Destancı; etrafına toplanan kalabalığın ilgisini çekmek için sanki olayı birebir görmüş ve yaşamışçasına açıklamalar yapardı.
Ve ilginçtir “sen orada mıydın nereden biliyorsun” diye soran da çıkmazdı.
Televizyonun henüz faaliyete geçmediği, radyo sahibi olmanın bile önemli olduğu günlerde destan okumak bugünkü tabirle söylemek gerekirse “canlı performanstı”.
Tam emin değilim ama belki de okuduğu destanları kendisi yazıyordu.
Yani sanıldığı kadar kolay bir iş değildi destancılık.
Önce konuyu bulacaksınız, sonra o konuyu bol acılı mısralara dökeceksiniz ve de yanık sesle okuyacaksınız.
Belki yerel matbaalarımızın arşivinde o günlerden kalan destanlar vardır.
Sonuçta bu destanlar Çankırı Matbaalarında basıldı.
Çankırı’nın tarihi, kültürel ve folklorik değerlerine sahip çıkan ve bu konuda ciddi bir arşive sahip olan sevgili kardeşim Metin YILMAZ, iz bırakmış bu destancının kimliğini ve ilginç hayat hikayesi ile gözde yaş bırakmayan ilginç destan örneklerini bizimle paylaşırsa geçmişteki bir güzelliği günümüze taşımış ve gençlerimizle tanıştırmış oluruz.
Hem de bu değerli destancıyı anmış oluruz.
XXX
Destan konusuna girmişken o yılların başka farklılıklarını da hatırladım.
Konuşurken ayakkabı denilse de ayakkabı satan dükkanların tabelalarında “kavafiye, kundura evi, kundura tamir atölyesi” gibi ifadeler kullanılırdı.
Üst üste yığılmış ürünlerin bulunduğu daracık dükkanlarda satıcılar o karmaşanın içinde sizin istediğiniz ayakkabıyı şıp diye bulup çıkartırlardı.
El yapımı deri ayakkabıların da satıldığı kavafiyelerin en popüler ürünleri Gıslaved ve Derby marka kara lastik ayakkabılardı.
Pembe ve gri astarlı lastiğin bir alt ürünü astarsız kara lastikler daha çok düşük gelirliler tarafından tercih edilirdi.
Mes kullanımı yaygın olduğu için boya derdi olmayan ve kolay temizlenen lastiklerin kullanımı da yaygındı.
Trabzon'un Maçka ilçesi kırsalında bölücü terör örgütü mensuplarıyla sağlanan sıcak temas sırasında şehit olan 15 yaşındaki Eren Bülbül'e ait "kara lastik" ayakkabıların, Bolu'nun Gerede ilçesinde kurulan Yaşayan Ayakkabı Müzesinde sergilendiğini görünce içim cız etti
Biz 60’lı yıllardan bahsediyoruz ama günümüzde bile bu kara lastikleri kullanan ya da kullanmak zorunda kalan kardeşlerimiz var.
Giysi, kumaş, iplik ve çeyizlik benzeri eşyalar tuhafiyelerde satılırdı.
Evlenecekler için “harç görmek” tabir edilen alışverişler bu dükkanlardan yapılırdı.
Bizim ve yakınlarımızın alışverişleri için tuhafiyeci rahmetli İhsan ÖZLER abiyi tercih ettiklerini, borca alınan malzemelerin bedellerinin aylık taksitler halinde ödendiği biliyorum.
Her köyün Çankırı’da alışveriş için tercih ettiği bir tuhafiyeci vardı.
Çarşamba günleri dükkanlar dolup taşardı.
Peşin parası olmayanların hasat sonrası bedel ödeme kolaylığı tuhafiyelerden alışverişi cazip hale getiriyordu.
Ancak; kavafiye ve tuhafiyelerin en önemli rakibi; ürün kalite, fiyat ve çeşitliliği nedeniyle Sümerbank’tı.
Büyük Cami’den heykele inen yolun sonuna gelmeden meşhur otoboyacı Nazmi Ustanın atölyesinin karşısında yer alan Sümerbank özellikle Çarşamba günleri tıklım tıklım olur, ödeme yapacaklar veznede sıraya girerlerdi.
Divitin, pazen, basma, kaput bezi o günlerden aklımdan kalan tekstil çeşitleriydi.
Özellikle bugün bile popülaritesini koruyan her renkteki çubuklu pijamaların kumaşları en çok rağbet gören ürünler arasında yer alıyordu.
Kapıdan girer girmez kumaş kokusu hissedilirdi.
Sümerbank’ta Beykoz fabrikasında üretilen kaliteli deri ayakkabılar da satılırdı.
Lise yıllarımda bayram için Sümerbank’tan alınan ayakkabıları giymeden önce yastığımın yanına koyarak yattığımı hatırlıyorum.
Deri ayakkabılar gözümüze o kadar güzel görünürdü ki giymeye kıyamazdık.
Yandan kelepçeli naylon ayakkabılar ve astarlı soğukkuyu lastiklerin yanında bu deri ayakkabılar sanat eseri gibi duruyordu.
Şimdi hırdavat olarak nitelenen malzemeler nalburiye mağazalarında satılırdı ve bunların en meşhuru İmaretteki Çivitçioğlu idi.
Mutfak malzemeleri ile cam eşyalar bugün olduğu gibi o zaman da züccaciye mağazalarında satılırdı.
O yılların kırtasiye dükkanı olarak Çetiner Kırtasiyeyi hatırlıyorum.
Züccaciye ve kırtasiye geçmişteki ismini ve popülerliğini yitirmedi.
Deri ürünleri saraciyelerde satılırdı.
İmaret meydanındaki semerciler ve nalbantlar Çarşamba Pazarlarının müşterisi bol esnafları idiler.
Damlamca Caddesinde oturan bir komşumuzun iyi bir semer ustası olduğunu hatırlıyorum.
En kolay bulunan yük aracı at, eşek ve katırların birbirinden güzel semerleri ve eyer takımları el işçiliği ile yapılırdı.
Eşeklerin semerleri biraz daha küçük, at ve katırınkiler ise nispeten büyük ve daha gösterişli olurdu.
Semerlerin gösterişli olmaları biraz da sahibinin geliri ve statüsü ile ilgiliydi..
Büyük Cami’nin biraz aşağısında pirinç pazarının içinde ve dışında bakır malzemeler satan dükkanlar ile kalaycılar bulunurdu.
Akşama kadar bakır eşyaların çekiçlenmesinden çıkan ritmik sesler müzikal bir sunumun parçası gibiydi.
Nişadır/kalay kokusuyla körüklenen ateşin üzerinde büyük bir ustalıkla kalaylanan kapları seyretmek ayrı bir keyifti.
Artık bakır malzeme kullanılmıyor.
18/10 krom nikeller revaçta..
Kalaycılık can çekişiyor sağda solda birkaç usta ya var ya yok.
Bugünün nesli belki kalayın ne olduğunu bile bilmez.
Bu zor işlerin sabırlı ve sevimli ustaları da yok elbette.
Fabrikasyon; sanatı da ustalığı da öldürdü.
Her şeyi satan devasa “marketler, showroom”lar, galeriler” var artık.
Çeşit çok fakat ruh yok.
Emek vererek ürettiği bir ürünü satan ustanın heyecanını, sevincini satış danışmanlarında göremezsiniz.
Emekle üretilen malların satıldığı mütevazi dükkanlar kalmadı.
Kredi kartları var çeşit çeşit ama veresiye/taksit defterleri kalmadı.
İhtiyaç için almak yerine moda/trend olduğu için almak var.
Elalem aldığı için almak var.
Bizde de olsun diye almak var.
Hiç işinize yaramayacak fırsat ürünlerini “şok indirim” olduğu için alıp bir kenara atmak var.
Bir tanesine ihtiyacınız olan ürün için üç al iki öde kampanyaları var.
Ortalık kampanyadan geçilmiyor.
Aklımızı başımızdan alan reklamlar var.
Kullanmadığımız özellikleri olan ürünleri avuç dolusu para verip almak var.
Destandan, tuhafiyeden, kavafiyeden, saraciyeden, züccaciyeden yola çıktık bakın nerelere geldik.
Tekrar o günlere dönelim diye bir iddiamız yok.
Zaten mümkün de değil.
Anlatılanlar ait oldukları dönemin güzellikleri idiler.
Derdimiz bu güzelliklerin unutulmaması..
Bugün sahip olduğumuz sayısız nimetler karşısında; şu Karadeniz Türküsünde vurgulandığı üzere bizimkisi sadece minik bir hatırlatma;
Mısırı kuruttun mi?
Ambara duruttin mi?
Nenen çarık giyerdi
Bunları unuttun mi?