İşyerimin penceresinden dışarıda lapa lapa yağan karı görünce 1961-1970 yıllarını geçirdiğim Çankırı’nın/Korgun’un kışları geldi aklıma.
Cumartesi günlerinin yarım gün mesai olduğu yıllar.
Ortaokul ve lise öğrencilerinin polis ve asker gibi kokartlı şapka giydikleri yıllar.
Yolların ve (doğru dürüst olmasa da) kaldırımların yayalara ait oluğu yıllar.
Sokakların; çocukların gece gündüz doya doya oynayabildikleri güvenli alanlar olduğu yıllar.
Sayısı az motorlu taşıtlar, o dönem çok yaygın olan sepetli motosikletler ve at arabaları sokaklarda oynayan çocuklar için sıkıntı oluşturmuyordu.
Kar yağdığında soğuğa aldırmayan çocuklar dışarıda ya kartopu oynuyor, ya kardan adam yapıyor ya da kayıyordu.
Gece geç saatlere kadar karın tadını çıkartırdık.
Hiçbir evin penceresinden “çok ses çıkartıyorsunuz rahatsız oluyoruz” diye bağırılmazdı.
Herkesin çocuğu dışarıda olduğu için kimse çocuk sesinden rahatsız olmazdı.
Dizimizi aşan kar yağışlarına rağmen, Çankırı’daki öğrencilik hayatım boyunca kar yağdığı için okul tatil edildiğini hiç görmedim.
Aksine kar yağdığında okula gitmek daha keyifli oluyordu.
Çünkü teneffüslerde kar yağışını eğlenceye çeviriyorduk.
Şimdi adeta mahkûm olduğumuz “servis” denilen şey henüz icat (!) edilmediği için bata çıka karda yürümenin ayrı bir güzelliği oluyordu.
Soğuktan ellerimiz çatlar, kanar, soğuk suya değince de sızlardı.
Ama alışmıştık buna..
Kış dediğin kış gibi gelir, kış gibi giderdi.
O yıllarda evlerde ısınma aracı olarak kuzineler tercih edilirdi.
Çünkü kuzinede hem yemek pişirilir, hem pişmiş yemek dinlendirilir ve hem de üzerinden eksik edilmeyen ibrik ile günün her saati sıcak su bulundurulurdu.
Ve elbette soğuk kış akşamlarının vaz geçilmezi olarak kuzinelerin fırın bölümünde patates pişirilirdi.
Kuzineler; hem odun ve hem de kömür yakıldığı için o dönemin en kullanışlı ısınma araçlarıydı.
Üzerindeki çaydanlıktan çıkan su kaynama sesi sanki çaya ayrı bir lezzet katıyor gibiydi.
O çayların tadını alamıyoruz artık.
Mutfaklarda pompalı gaz ocakları kullanılır, mahalle bakkallarında mutlaka gazyağı satılırdı.
Kış mevsiminde pazarların gözdesi şimdi olduğu gibi ıspanak, pırasa ve lahana olsa da bugünden farklı olarak siyah turp ayrı bir yere sahipti.
Kışın yapılan her Pazar alışverişinde filede siyah turp mutlaka olurdu.
Siyah turpu rendeleyen annem kuru kıymayla kavurmasını yapardı.
Sokak kapısını açtığımızda kokusundan turp kavurma olduğunu anlardık.
Kırmızısı, pembesi, beyazı çıkan turpun siyahının şimdilerde yüzüne bakan yok..
Turp, havuç, kıvırcık, yeşil soğan, pırasa gibi kış sebzelerinin en güzelini göçmenler yetiştirirlerdi.
Çarşamba pazarlarının haricinde bazen; Adnan TOLON’un berber dükkânının karşısında akşam pazarı kurularak sebze satılırdı.
Şimdiki gibi naylon poşet kullanılmazdı.
Okunmuş gazetelerden yapılmış kese kağıtları ya da fileler vardı..
Bazen kese kağıdı ya da file bile kullanılmaz kıvırcık, soğan ve turp bağlanarak demet haline getirilir ve öylece eve götürülürdü.
Kış akşamlarında yenen portakal kabukları kuzinenin ya da sobanın üzerine dizilir ve odanın güzel kokması sağlanırdı.
Bazen de kuzinenin/sobanın üzerinde kestane kavrulurdu ki bu ayrı bir keyifti.
Ama kış mevsiminin Pazar günlerinin en keyifli işi kapalı pide yaptırmaktı.
Kuru kıymadan yapılan pideler Pazar kahvaltılarının gözdesiydi.
Pide yemek için Pazar gününü iple çekerdik.
Şimdi o güzellikte pide yapılıyor mu bilmiyorum.
Çankırı’nın o güzel pidesi şimdi büyük şehirlerde ne yazık ki bir başka ilin ismiyle anılıyor.
Keşke zamanında patenti alınabilseydi.
Hastalandığımız zaman dayanırlardı penisilin iğnesini..
Üç iğne yiyince ayağa kalkardık..
Kışın çocuklar için belki de en sıkıntılı tarafı iğne vurulmak zorunda kalmaktı.
Bir odada soba yandığı özellikle orada oturulurdu.
Şimdiki gibi herkes bir odaya çekilip bir başına kalmazdı.
Televizyon çok sonraları çıktı, zaten yayın süresi de sınırlıydı.
Elde olan radyoya da büyükler kumanda ederdi.
O zaman ister istemez kardeşler bir arada oturup konuşurduk, konuşmak zorunda kalırdık.
Şimdi kardeş kardeşin yüzünü görmüyor.
Herkesin elinde bir telefon ya da tablet herkes kendi dünyasında..
Aynı evin içindeki insanlar birbirlerine yabancı..
Kışların en sıkıntılı durumu ise patlayan su saatleriydi.
Bazı evlerde musluklar donar ve çözülmesi için alttan ateş yakılırdı.
Büyük caminin şadırvanı da kışın donardı.
Camilerin çoğunluğunda ısıtma için soba kullanılırdı.
Cemaat içeri girince sobaya yakın oturur ısındıkça kenarlara doğru çekilirdi.
Korgun’da 60’lı yılların sonuna doğru elektrik geldiği için aydınlatma aracı olarak fitilli gaz lambaları kullanılırdı.
Ekonomik gücü biraz iyi olanlar daha iyi aydınlatma sağlayan lüksü tercih ederlerdi.
Akşam bir yerden bir yere gitmek için herkesin cebinde bir cep feneri ya da gemici feneri olarak da ifade edilen cam muhafazalı fenerler bulunurdu.
Özellikle kar üzerinde yürüyen ışıklar hoş bir görüntü oluştururdu.
Sokak lambaları da yoktu ancak, şimdi birer viraneye dönen evlerin pencerelerindeki soluk ışıklar fark edilirdi.
Mahalledeki her evin camında soluk ta olsa bir ışık görülmesi orada yaşayan birisinin bulunduğunun işaretiydi.
Evlerde genellikle ördek soba adı verilen ve odun yakılan küçük, basık sobalar kullanılırdı.
Gece yatılacağı zaman bu sobalara 4-5 parça tezek konularak yavaş yavaş yanması ve böylece odanın soğumaması sağlanırdı.
Bu nedenle tezek önemli bir yakıttı.
Kış gelmeden odun hazırlamak ne kadar önemli ise tezek yapmak ta o kadar önemliydi.
Avlunun en uzak yerine yapılan tuvaletleri kullanmak kışın başlı başına bir sorundu.
Hemen hemen her evdeki sobanın üzerinde sürekli sıcak su bulunan ibrikler olurdu.
Evlerde şebeke suyu bulunmadığı için kışın bakraçlarla pınardan su taşımak çok zahmetli bir iş olsa da herkes buna alışmıştı.
Bazen pınara gitmeye üşenip bakraçlara kar doldurup sobanın üzerinde eritildiği de olurdu.
Uzun kış akşamlarında; hemen her mahallede bulunan odalarda toplanılır, büyükler konuşur küçükler dinlerdi.
Bağ, bahçe, ürün ve hayvanlarla ilgili sorunların dışında genellikle dini konularda sohbetler yapılır, kıssadan hisseler anlatılırdı.
Rahmetli babaannem içimiz ısınsın diye bize her sabah pekmez içirirdi.
Şimdiki çocukların çoğu pekmezin ne olduğunu bile bilmiyor.
Soğuk kış akşamlarında ocaktaki odun ateşinde ve toprak kapta pişen tarhana çorbasının tadına doyum olmazdı.
Şimdiki gibi sabahın saat yedisinde ezan okunmazdı mesela..
Dolayısıyla kış sabahları karanlığa gömülmezdi..
Kombili, merkezi sistemli konforlu evlerde kışın güzelliği ne kadar hissedilebilir bilmiyorum ama soğuktan ağladığım günler olsa da yaşadığım kışları güzeldi memleketimin.
Belki de kışları güzel yapan şimdi hayatta olmayan büyüklerimizin varlığı ya da bizim masum çocukluğumuzdu..