Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, Hacı Bayram Camii’nde okuduğu (24/04) Cuma hutbesinde kullandığı; "Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, Eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti. Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti. Yılda yüzbinlerce insan gayri meşru ve nikahsız hayatın islamî literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu Hiv virüsüne maruz kalıyor. Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim" ifadeleri nedeniyle İnsan Hakları Derneği (İHD), Prof. Dr. Erbaş hakkında suç duyurusunda bulundu.
Ardından Ankara Barosu tarafından yapılan açıklamada; “Şaşkınlığımız; sesi çağlar öncesinden gelen bu şahsın, bir devlet kurumunun başında oturup söylemini kutsal sayılan değerler üzerine inşa ederek halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmesindeki kan kokan cüreti sebebiyledir” denildi.
Kur’an-ı Kerim’e hakaret edip toplumun milli ve manevi değerlerini aşağılayıcı bir dil kullanarak ve Ali Erbaş’ın nefret suçu işlediği iddia edilerek “Görevde olduğu süre boyunca çocuk tecavüzcülerine gözlerini kapatıp kadın düşmanlığının manevi zeminini dini söylemlerle meşrulaştırma çabası karşılığında maaş alan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın deprem, LGBTİQ+, kadın ve çocuk söylemlerine rağmen halen görevde kalması durumunda, sonraki konuşmasında halkı ellerinde meşalelerle meydanlarda cadı diye kadın yakmaya davet etmesi kimseyi şaşırtmamalıdır." şeklindeki küstah ifadeler üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Ankara Barosu hakkında, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 216/3 maddesi kapsamında, halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılama suçundan re’sen soruşturma başlatıldığını açıkladı.
Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Ali Erbaş üzerinden mütedeyyin kesimleri hedef alan açıklamayı “ faşist refleks olarak” nitelendirerek, “Böylesi tek tipçi, ötekileştirici, tahakkümcü yaklaşımlar, herhangi bir hukuki dayanaktan yoksundur. İçinde bulunduğumuz salgın günlerinden, tüm dünyanın hayranlıkla izlediği bir dayanışma ruhu sayesinde en az kayıpla çıkmaya hazırlanan ülkemizde, modası geçmiş, katı pozitivist anlayışın halkımız nezdinde bir karşılığının olmadığı açıktır. İtibarını yükseltmek için başkalarının itibarına saldıranların karşısında Anayasamız, milli değerlerimiz ve demokrasimiz bulunmaktadır.” ifadelerini kullandı.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ın hutbede kullandığı sözlerle ilgili Ankara Barosu'nun yaptığı açıklamaya değinen Barolar Birliği Başkanı Metin FEYZİOĞLU, "Ankara Barosu 100 yıllık Cumhuriyet'in koca çınarıdır. Yöneticilerinin bu nedenle sorumlulukları büyüktür. Her atılacak adımın, her yazılacak kelimenin bu sorumluluğun izlerini taşıması gerekir. Ankara Barosu tarafından yapılan sorumsuz açıklamayı tasvip etmemiz mümkün değildir, "Kovid-19 salgını sebebiyle ülkemiz ve adliyelerin fiilen kapalı olması dolayısıyla meslektaşlarımız, sağlık kaygıları yanında büyük bir ekonomik sıkıntıyla mücadele etmektedir. Bu süreçte avukatların meslek örgütlerine düşen sorumluluk, zor zamanlar yaşayan meslektaşlarımıza el birliğiyle sahip çıkmaktır. Onları hem sağlık hem ekonomik anlamda koruyacak tedbirleri almak ve bunun takipçisi olmaktır." diyerek Ankara Barosuna düşen sorumluluğu hatırlattı.
Sayın Devlet BAHÇELİ; “Ankara Barosu'nun Diyanet İşleri Başkanı'nı hedef alarak, 'sesi çağlar öncesinden gelen şahıs' olarak itham etmesi, nefret dilinden bahsetmesi, İzmir Barosu'nun aynı tıynetin yörüngesine girmesi Yüce Allah'ın kelamıyla birlikte efendimize ve dinimize vahim bir saldırıdır. Asıl nefret dili, asıl ilkel ve çağın gerisinde kalmış üslup aynısıyla sözü edilen baroların ruhuna yuvalanmıştır. MHP, Diyanet İşleri Başkanı'nın malum ve gündeme gelen, aynı zamanda manevi bir gerçek olan sözlerine aynen iştirak etmektedir” diyerek tepkisini ortaya koydu.
Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından yapılan açıklamada; “Anayasal bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı ve Başkanlığın dinî konularda en yüksek karar ve danışma organı olan Din İşleri Yüksek Kurulu, ilgili kanunda belirtildiği üzere "din konusunda toplumu aydınlatmak" ve "İslam dininin temel kaynakları ve metodolojisi ışığında" topluma sahih dini bilgiyi ulaştırmakla görevlendirilmiştir. Bu sorumluluğun bir gereği olarak her türlü gayrimeşru cinsel ilişkinin dinen büyük bir günah olduğunun açıklanmasını, "nefret söylemi" üretmekle veya ayrımcılıkla nitelemek, son derece haksız ve sorumsuz bir davranıştır. Kaldı ki böyle bir söylem, bütün insanlığa gönderilen son din İslam'ın kendisini, bu dinin kitabı Kur'ân'ı ve peygamberi Hz. Muhammed'i "nefret"in kaynağı olarak göstermek olduğundan büyük bir vebaldir. Aynı zamanda halkımızın benimsediği dinî ve manevî değerleri aşağılamak anlamına gelmektedir” denilerek her türlü gayrimeşru cinsel ilişkinin dinen büyük bir günah olduğunun açıklanmasını, "nefret söylemi" üretmekle veya ayrımcılıkla nitelemenin, son derece haksız ve sorumsuz bir davranış olduğu bir kez daha vurgulandı.
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun açıklamalarında belirtildiği üzere; Yüce Allah zinanın "son derece çirkin bir iş ve çok kötü bir yol" olduğunu beyan edip, bu suçun işlenmesi şöyle dursun, yanına bile yaklaşılmamasını emretmiştir. (İsrâ, 17/32; bk. Furkân 25/68; Mümtehine 60/12).
Aynı hüküm Kur'an'dan önceki kutsal kitaplarda da yer almış, bu suçu işleyenlere ağır cezalar verileceği beyan edilmiştir (Çıkış, 20/13; Tesniye, 5/18; 22/24; Matta, 15/19; Markos, 7/21).
İslam, zinanın yanı sıra bütün çeşitleriyle eşcinselliği de açıkça yasaklamıştır. Kur'an-ı Kerim'de eşcinsel ilişkinin çok çirkin bir fiil olduğu ve Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemek anlamına geldiği açık ve kesin bir şekilde ortaya konmuştur (Nisâ 4/ 15-16; A'raf, 7/80-84; Şuarâ 26/161-175).
Kur'an'dan önce indirilen kutsal kitaplarda da aynı hükümler yer almış ve bu eylemlerin büyük bir günah ve ahlaksızlık olduğu belirtilmiştir (Levililer, 18/22; 20/13; Romalılar'a Mektup, 1/27; Korintoslular'a Birinci Mektup, 6/9).
Sayın ERBAŞ’ın hutbesinde ifade ettiği konularla ilgili dini gerçekler bu kadar açık iken üstelik camisiz ve Cuma’sız bu buruk Ramazan günlerinde siz neyin peşindesiniz?...
Kimse sizi İslam’ın emir ve yasaklarına uymaya zorlamıyor?..
İnanırsınız ya da inanmazsınız o sizin bileceğiniz bir iş..
Siz rahatsız oluyorsunuz diye Diyanet İşleri Başkanı, görevinin de gereği olarak üstelik minberden Allah’ın emir ve yasaklarını söylemeyecek mi?..
Ben Müslümanım diyen herkes Allah’ın söylediği her sözün doğru olduğuna inanır.
Müslümanlara Allah’ın ayetlerini hatırlatan Diyanet İşleri Başkanına ve Kur’an-ı Kerim’e hakaret ederek toplumun milli ve manevi değerlerini aşağılayıcı bir dil kullanıyorsunuz.
Başkalarının itibarına saldırarak itibar kazanılamayacağını bilmiyor musunuz?.
Bir hukuk örgütüne hiç yakışmayan ifadelerle “halkı ellerinde meşalelerle meydanlarda cadı diye kadın yakmaya davet etmesi kimseyi şaşırtmamalıdır." diyerek niyet okuyor ve peşinen suçlu ilan ediyorsunuz.
Her ne kadar Diyanet İşleri Başkanını hedef yapsanız da sizin derdiniz İslamiyet’le olduğunu biliyoruz..
Çünkü Diyanet İşleri Başkanı İslam’ın hüküm, değer ve kurallarından söz ediyor.
Hutbede kullandığı ifadeler şahsi görüşleri değil Allah’ın emirleri.
Allah’ın emirleri kişilerin keyiflerine göre yorumlanmaz.
Sıfat, unvan ve statüleri ne olursa olsun, hiçbir kişi, grup ya da örgüt “inandığımız ve iman ettiğimiz İslami değerlerimizi aşağılama hakkı”na sahip değildir.
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun da belirttiği üzere; son din İslam'ın kendisini, bu dinin kitabı Kur'ân'ı ve peygamberi Hz. Muhammed'i "nefret"in kaynağı olarak göstermek olduğundan büyük bir vebaldir.
Allah’ın emir ve yasakları kıyamete kadar geçerli olup, kullarının izin ve onayına tabi değildir.
Siz inansanız da inanmasanız da biz bir kez daha hatırlatalım.
“Ayetlerimizi inkâr edip yalanlayanlara gelince; onlar, alevli ateşin ehlidirler”. (5/Mâide 10)
“Hiç Allah’ın rızasına uyanla, Allah’ın gazabına uğrayan ve barınağı cehennem olan kimse bir olur mu? Ne kötü bir dönüş yeridir orası”. (3/Âl-i İmran 162)
Türkiye’nin verdiği insanlık dersini göremeyenler..
Yalanla iftirayla ve de Küba’nın verdiği dayanışma(!) dersiyle(!) rahatlıyorlar…
Geçmişte ülkemizde hastalanan bir yabancı için ambulans uçak gönderilip alındığında gıpta ile bakar bizim ülkemiz için böyle bir uygulamanın hayal bile olmadığını düşünürdük.
Rahmetli Cumhurbaşkanı Özal hiçbir tıbbi donanımı olmayan sadece dış görünüşü itibariyle ambulansa benzer bir araca köşkteki görevlilerin yardımı ile karga tulumba bindirilip hastaneye götürülürken yolda hayatını kaybetmişti.
Bırakın ambulans uçağı, Cumhurbaşkanlığının bile donanımlı bir ambulansı yoktu.
Nereden nereye..
Yanlış varsa eleştirelim, hatalar varsa söyleyelim ama bir kerecik te doğruya doğru diyelim be birader.
Yaşadığımız Korona virüs süreci gösterdi ki Türkiye’den başka hiçbir ülkede test ve tedavi parasız değil.
Dahası cenazeleri gömmek için bile astronomik ücretler alındığı için daha ucuz olan krematoryumlarda (ceset yakılan yerler) kuyruklar oluşuyor.
Burunlarından kıl aldırmayan medeni ülkelerde yaşanan rezillikler paçalarından akıyor.
Bize derslerde örnek sosyal refah ülkesi olarak gösterilen İsveç Covid-19 testi pozitif çıkmasına rağmen tedavi edilmeyen Emrullah Gülüşken isimli Türk vatandaşını tedavi etmeyerek evine gönderiyor, huzur içinde ölsün diye.
Bu duruma sessiz kalmayan kızının sosyal medyadaki çağrısı üzerine Türkiye ambulans uçak göndererek İsveç’in ölüme terkedilen vatandaşını Türkiye’ye getirerek Ankara Şehir Hastanesinde tedavi altına aldı.
Normal olarak böyle bir uygulamanın alkış alması gerekir değil mi?..
Ama hayır, bizde öyle bir muhalefet anlayışı yok.
Emrullah Gülüşken Konyalı ve sayın bakanın hemşerisi olduğu için getirildi dediler.
Bir Partinin Genel Başkan Yardımcısı bu insani davranıştan o kadar rahatsızlık duymuş ki, aynı iddiaları o da tekrarladı.
Sağlık Bakanı Sayın Fahrettin KOCA Gülüşken ile hiçbir yakınlık bağının bulunmadığı gibi köylüsü de olmadığını söyledi ama nafile.
Bakan yok diyor, aile yok diyor, bunlar var diyor.
Bu ülkede kötülükten beslenen şizofrenik bir kitle ve bu kitleye sürekli gaz veren mitomanlar var.
O kadar güçlü bir yalan söyleme ve o kadar geniş bir inanma kapasiteleri var ki siz gerçeği açıklasanız da onlar yalana inanıyor.
Siyasette yalanın bu kadar yoğun kullanıldığı ve yalana bu kadar kolay inanıldığı bir döneme ben tanık olmadım.
Gülüşken ailesi nüfus bilgilerini paylaşarak Batmanlı (Gercüş) olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Artık iş öyle bir noktaya geldi ki aile üyeleri terör örgütü PKK’nın mağduru olduklarını, otobüslerinin yakıldığını, öğretmen olan kuzenlerinin 1998 yılında Gercüş’te şehit edildiğini anlatmak zorunda kaldı.
Babasıyla birlikte Türkiye’ye getirilen ortanca kızı Samira Gülüşken:
"Bizler bir sürü sıkıntı ile uğraşırken sizler sırf iktidarı karalamak için bizleri asılsız yalanlarınız ile zan altında bırakıyorsunuz. Biz Batmanlıyız sayın bakanımız ile de bir akrabalığımız yok. Bilinsin ki yarından itibaren avukatımız gerekli işlemleri başlatacaktır" diyerek tepkisini dile getirdi.
Hatırladınız mı? bir milletvekili, Korona virüsü salgınıyla ilgili Diyarbakır sokaklarında yanında bulunan bir kişi aracılığıyla megafonla Kürtçe anonsla “Evinizden çıkmayın, hükümet istiyor ki Kürt halkı ölsün. Biz istemiyoruz Kürt halkı ölsün. Siz de istemeyin ki ölüm topluluğunuzun içine girmesin.” Diyerek provokatif açıklamalar yaptırmıştı.
İşte devlet bir Kürt vatandaşı için ambulans uçak gönderiyor, bunun neresi eleştirilir?..
Ya da hangi vicdan ve akıl sahibi bundan rahatsız olur?...
Bir iyilik bu kadar mı dokunur?..
Bu vatandaşımızı bile bile ölüme mahkum eden çakma Refah ülkesi İsveç’e (muhtemelen aldıkları yağlı kemiğin hatırına) tek söz edemeyenlerin Batmanlı Gülüşken için hem AK Parti üyesi ve hem de milyoner yalanını atacak kadar kin ve nefret içinde olmalarının izahını muhaliflikle açıklamak mümkün değil.
Bu durum, modern tıbbın ilgi alanına giren derin bir patolojiyi yansıtıyor.
Ne oldu?..
Öpmelere doyamadığınız İsveç’iniz suçüstü yakalandı diye çok mu üzüldünüz?..
İki de bir Türkiye’yi şikayet etmek için koştuğunuz İsveç’in ayıbını örtmek size mi kaldı?..
Bir yağlı kemiğin hatırına ele gösterdiğiniz saygıyı kendi ülkenize niye gösteremiyorsunuz?.
Türkiye’nin verdiği insanlık dersi çok mu ağır geldi?..
Haklısınız, Türkiye bu sefer çok ileri gitti.
Bu kadarını tahmin edemediğiniz için ayarlarınız bozuldu.
Gülüşken’i ölüme mahkum eden İsveç’e yalakalıkta sınır tanımayanların, bu ülkede yayın yapan bir TV kanalına bağlanarak “hasta bakanın köylüsü” yalanını utanmadan ve hiç yüzü kızarmadan tekrarlaması sadece “alıcısı bol zehirlenmiş sosyolojiyi “ tatmin etmekle izah edilebilir mi?
Katıldığı bir programda Türkiye’de kırk milyon Korona virüs vak’ası olduğunu yalanını uydururken hiç utanmayan,
“Bu zor günlerde içimi ferahlatan tek şey, Küba’nın verdiği insanlık ve dayanışma dersleri. Sosyalizm yaşatır.” Diyerek rahatlayan,
“Uganda Türkiye’den daha iyi yönetiliyor.” diyecek kadar ülkesinde yapılan iyi doğru ve güzel uygulamalara kör olanlarla ne yazık ki aynı gemideyiz.
Çocuklarımıza yalan söylemenin kötü bir şey olduğunu hatırlatıyoruz ama koca koca adamlar gözümüzün içine baka baka hiç utanmadan yalan söylüyorlar ve ne yazık ki bunun hiçbir yaptırımı yok.
Bakın önceki hafta Fransız doktorların ölüme terk ettiği Karamanlı Zekeriya Kılınç, ambulans uçakla Türkiye’ye getirildi.
Yine özel ambulans uçakla (28/04) Rusya’dan akciğer hastası bir tıp fakültesi öğrencisi Ankara’ya getirilerek tedavi altına alındı.
Salgın sebebiyle bulundukları ülkelerde mahsur kalan 70 bin Türk vatandaşı başarılı bir şekilde tahliye edildi.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın; Türkiye, hava ambulans hizmetini 2008’den beri kendi kaynakları ile ücretsiz sunan tek devlettir. Sadece bu yıl 453 hasta hava, 211 hasta uçak ambulansla taşınmıştır. Benzer sağlık operasyonlarının ancak filmlerde olabileceğini düşünenler ülkemize inanmalı” açıklamasına bakıp gurur duymayacak isek ne ile duyacağız?..
MHP Genel Başkan Yardımcısı Yaşar Yıldırım: “Devlet, gereğini yapmıştır. Türkiye, dünyanın hiçbir yerinde vatandaşını bırakmadı ki orada bıraksın. Türkiye’de günde bin kişi ölse sevinecekler. ‘Türkiye yansa, yıkılsa ve başarısız olsa’ zil takıp oynayacaklar. İktidar ve Tayyip Erdoğan düşmanlığına bürünmüşler” derken haksız mı?..
Değerli Gazeteci Nedim ŞENER’in (Hürriyet Gazetesi’ndeki köşe yazısında) ifade ettiği üzere; “Evet, Türkiye hâlâ birilerinin gözünde bir İsveç, bir Küba, bir Uganda kadar “örnek” değil ama ülkemizle gurur duyalım”...
Türkiye’yi şikayet etmekten zevk aldıkları, sürekli olarak ülkemiz aleyhinde yayınlar yapan BBC bile “Türkiye’nin, diğer ülkelerin aksine virüse hızlı ve güçlü bir şekilde müdahale ettiği, Türk üreticiler hem yurt dışından gelen talebi hem de yerli talebi karşılayabildiklerini söylüyor” derken içimizdeki kindar eziklerin gerçeğe görmeleri için daha ne yapmak lazım.?.
Bir yandan Korona virüs ile tıbbın bütün imkanları kullanılarak örnek bir mücadele sürdürülürken; diğer yandan birlik beraberlik ve dayanışmanın, dünyanın neresinde olursa olsun vatandaşına sahip çıkmanın, ihtiyaçları olan ülkelere (sayı elinin üzerinde) tıbbi malzeme ve donanım yardımı yapmanın en anlamlı uygulamalarını sadece muhaliflikle açıklanamayacak bir kin, nefret ve yalanlarla karalamaya ve itibarsızlaştırmaya çalışanları; "Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da akılsızdırlar. İşte asıl gafiller onlardır." (Araf suresi, 7/179.) Ayeti ne güzel tanımlıyor.