Geçtiğimiz günlerde Berlin'de 240 katılımcı ile Alman İslam Konferansı yapıldı.
Ülkesinde yaşayan Türkler başta olmak üzere Müslümanlar üzerindeki etkisini azaltmak isteyen Almanya’nın kontrolündeki konferansa beklenildiği üzere Türkiye ve DİTİB (Diyanet İşleri Türk İslam Birliği) davet edilmedi.
Alman Hükümetinin destek ve yakın takibinde olan konferansın organizasyonu için büyük çaba harcayan İçişleri Bakanı Horst Seehofer, Türkiye’nin dini personel desteğine gönderme yaparak “Yurt dışından finansmanı bitirmek istediğimizde hepimiz hemfikiriz Müslümanları temsil edecek bir muhatap gerekiyor. Şu an çok fazla grup var, bize daha az Müslümanları temsil eden muhatap gerekiyor” diye konuştu.
Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Uyum Müsteşarı Serap Güler, konuşmasında DİTİB ve Türkiye’ye yönelik çarpık bakışını ortaya koyarak, “Erdoğan’ın DİTİB başkanına karar vermesini, seçmesini kabul etmiyorum. Yurt dışından müdahaleler olduğu müddetçe Alman İslam’ından bahsedilemez” dedi.
Sana bahset diyen kim?..
Alman İslam’ı diye bir Müslümanlık yok zaten.
Onlar din bileşenli “kullanışlı aparatlar” arıyorlar.
Amaç Almanya’da yaşayan gerçek Müslümanları bölmek, anavatandan giden din görevlilerini pasif hale getirmek ve Alman İslamlığı adı altında “hibrid” bir din uydurarak kontrolleri altına aldıkları sözde dindarları(!) kolayca gütmek.
Nitekim; Frankfurter Allgemeine Zeitung Gazetesi Cem Özdemir'in İslam'ı dejenere edilmesinde gösterdiği performansı, "Almanya'daki İslam'a bakış açısında umutlandıran değişiklikler oluyor. Bunu önce Cem Özdemir gibi Yeşiller partili politikacılara borçluyuz. Yıllar önce çok kültürlü toplum mücadelesi verenlerin şimdi Müslüman cemaatlerine çok esnek davranıldığı eleştirisinde bulunacakları kimin aklına gelirdi?" ifadeleriyle övdü.
Bu filmi daha önce görmüştük.
Bizde; “dinler arası diyalog ve hoşgörü masalları” ile efsunlanmış, sırattan HGS geçiş garantili, cennetten tapu tahsisli, yularları dışarıdan tutulan din baronlarından medet uman zavallıların başrollerini oynadığı versiyonu vizyona girmişti.
Adamların niyetlerinin bozuk olduğu o kadar açık ki konferans arası yapılan açık büfe yemek ikramında menüde domuz eti de yer aldı.
Bazı katılımcılar (yani Müslümanlar) kendilerine domuz eti servis edilmesine sözümona tepki göstermişler.
Domuzlarla birlikte olmaktan rahatsız olmayıp domuz eti ikramından rahatsızlık duymak “bu ne yaman çelişki anne” olmuş.
Hem ayıyla dans edeceksiniz hem de ayağıma basma diyeceksiniz.
Peki siz ne halt etmeye her hıyarım var diyene tuzluğu kapıp koşuyorsunuz.
Baştan belli olan niyeti görmeyen “basiretsiz” Müslümanların bu tür ihanet toplantılarına katılmaları, onları kolayca güdebileceklerini düşünen İslam düşmanlarına cesaret vermektedir.
Müslüman akıllı ve uyanık olmak zorundadır.
Allah’ın gönderdiği tek bir İslamiyet vardır ve onun da esasları bellidir.
Dünyanın sonuna kadar korunacak olan bu esasları değiştirmek ve değersizleştirmek
isteyen bozguncularla iş tutmak İslam’a ihanettir ve bedeli de çok ağır olacaktır.
Cem ÖZDEMİR’den medet umacak kadar ihanet, gaflet ve delalet içinde olmak “Müslümanım” diyenler açısından acınacak bir durumdur.
Ve bu acınacak durumun ne yazık ki Sırat Köprüsünden geçerken şeytandan yardım beklemekten bir farkı yoktur.
Ortaçağda aslanlar parçalıyordu
Günümüzde donarak ölüyorlar….
24 Eylül’de yasadışı yollardan Yunanistan’a geçmeye çalışan aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu Pakistan uyruklu 80 göçmen Yunan askerleri tarafından yakalanarak 2 gün aç ve susuz bırakıldıkları yetmezmiş gibi kıyafetleri çıkartılıp eşyaları alındıktan sonra bir kısmı çıplak bir halde botlara bindirilip bir kısmı da yüzmeye mecbur bırakılarak Türkiye’ye gönderilmişlerdi.
Edirne'nin Uzunköprü ilçesine bağlı Kiremitçisalih köyünde 15 gün önce de aralarında Yemen, Filistin, Cezayir ve Faslıların bulunduğu 14 göçmen, yasa dışı yollardan geçtikleri Yunanistan'da Yunan polisi tarafından dövülerek Türk tarafına cep telefonları, paraları ve kıyafetleri alınarak gönderilmişti.
Köylülerin yarı çıplak halde bulunan göçmenler, köy kahvesindeki soba başında ısındıktan sonra, yine köylülerin getirdiği kıyafetleri giymiş, ardından da işlemleri için Edirne Göç İdaresi'ne götürülmüşlerdi.
Göçmenlerden Faslı Yasin Şidri, Yunanistan'da yakalandıktan sonra 3 gün hapiste kaldıklarını belirterek “Bizi Türkiye sınırına getirdiler. Üzerimizdeki elbiseleri ve eşyalarımızı aldılar. Sadece iç çamaşırlarımız kaldı üzerimizde. Bizi dövüp işkence yaptılar. Bunları bize yapanlar Yunan polisleriydi. Toplamda 10 kişilerdi, biz yaklaşık 80 kişiydik. Yunan polislerinin yüzlerinde maske vardı. Bizi demir parçasıyla dövdüler." diyerek yaşadıklarını dile getirmişti.
4 Aralık 2018 tarihinde Türk devriyeleri Yunanistan sınırındaki Meriç Akçadam ve Adasarhanlı köyü yakınlarındaki kaskatı donmuş vaziyette 3 erkek cesedi buldu.
Savcılık incelemesinin ardından yapılan otopside 24-35 yaş aralığındaki 3 Afgan göçmenden birinin 5 saat diğerlerinin ise 2 gün önce soğuktan donarak öldükleri belirlendi.
Yunanistan’ın göçmenlere karşı bu zulüm politikası hız kesmeden devam ederken bu kez Danimarka Göçmen Bakanı Støjberg, ülkede istenmeyen göçmenleri 7 hektarlık ıssız Lindholm Adası’na süreceklerini açıkladı.
Danimarka zaten göçmenlerin üzerinde belirli bir miktardan fazla para ve değerli eşya bulunmasını yasaklamış ve belirlediği tutarın üzerindeki paralara el koymuştu.
Göçmen Bakanı’nın Şoförü de arabayı bir göçmenin üzerine sürmüştü.
İngiltere’de bir okulda Suriyeli öğrenci yere yatırılıp yüzüne su dökülerek boğulmaya çalışılmış aynı öğrencinin kız kardeşine de saldırılmıştı.
Ama bu davranışların hiç birisi ırkçı şiddet olarak değerlendirilmemişti.
İngiltere gibi medeni(!) bir ülkede ırkçılık(!) ta şiddet(!) te olmazdı.
Avrupa Birliği’nin 1.2 milyar euro verdiği Yunanistan’da mülteciler donarak can verirken, 160 milyon euro alan Bulgaristan; sığınmacılara, “Türkiye’ye dönün yoksa ölürsünüz” tehditleri savuruyor. AB’den 495 milyon euro koparan Macaristan ülkeye sığınmacı girişini engellemek için sınırına elektrikli tel örgü çekiyor, 33 milyon euro destek alan İspanya ise birkaç mülteciyi topraklarına sokmamak için sınırlarına duvar örüyor.
Binlerce göçmen daha iyi bir hayat(!) ümidiyle Avrupa’ya kapağı atmaya çalışırken ya soğuk sularda boğuluyor ya soğuktan donarak ölüyorlar.
İnsan tacirlerine kaptırdıkları paraları yetmezmiş gibi yuvalar dağılıyor, aileler yok oluyor.
Özellikle çocuklar ve kadınlar organ tacirlerinin ve fuhuş şebekelerinin ellerine düşüyor.
Almanya’da onbini aşkın göçmen çocuğun kayıp olduğu söyleniyor ama bu kimsenin umurunda değil.
Ülkelerini terk ederken başlarına geleceklerini hesaplayamayanların hatalı oldukları kabul edilse de bir insan olarak karşı karşıya kaldıkları muamelenin acımasızlığı ve bu aşağılık muameleyi uygulayanların medeni geçinen batı olduğu unutulmamalıdır.
Geriye o kadar çok utanç verici fotoğraf kalmıştır ki bu görüntülere neden olanların yapacakları hiçbir savunma bu utancı ortadan kaldıramayacaktır.
Ortaçağ karanlığında köleler arenalarda aslanlara parçalatılmasını seyredenler, milenyumda göçmenlerin denizlerde boğulmalarını ya da soğuktan donarak ölmelerini seyrediyorlar.
Mutlak ve değişmeyen gerçek şudur ki batı medeniyeti denilen şey aslında “batı barbarlığıdır”.
Bu barbarlık maalesef yıllardır “medeniyet” diye yutturulmuştur.
Batı için; konforlarını bozanların ölmeleri ne kadar önemsiz ise kaç kişinin nasıl öldüğü de o kadar önemsizdir.
Çünkü batı medeniyeti (yani barbarlığı) masumların kanları/cesetleri üzerinde yükselmektedir.
Akan kan, giden can ne kadar çoksa medeniyetin(!) seviyesi de o kadar yüksektir.