İbrahim Bin Edhem; “Meşhur olmak sevdası ile yanıp tutuşana, doğruluk nasip olmaz” demiş.
Yalanı bir hayat tarzı haline getiren, yalan söylemekten hiç utanmayan, yüzü kızarmayan, her yalanını bir başka yalanla takviye eden ve ilginçtir yalan söylediği halde kazanan(!), başaran(!) figürlere baktığımızda meşhur olmanın da ötesinde, gözü dönmüş bir kazanma/kaybettirme hedefine ölümüne hizmet ettiklerini görüyoruz.
Yalanın böylesine ısrarla ve inatla sürdürülmesine, yalancıların böylesine büyük bir destek/itibar görmesine bakılarak, denedikleri sayısız diz çöktürme projesinden sonuç alamayan “üst aklın” hedef ve çıkarlarına hizmet için yeni bir yalanla uyuşturma/inandırma ve kazandırma/kaybettirme projesinin uygulamaya konulduğundan söz edebiliriz.
Burada gözden kaçırılmaması gereken husus, yalanlara kayıtsız şartsız inanan ve ne yazık ki sayıları az olmayan “doğmatik”bir kitlenin varlığıdır.
En pervasız yalanlar dahi bu kitlenin gözünde “ilahi bir hüküm” gibi kabul görmektedir.
Duymak istedikleri her söze inanan bu insanlar sadece yalanı ve yalancıyı beslemekle kalmamakta, doğruyu doğru söyleyenleri itibarsızlaştırmak için de ellerinden geleni artlarına koymamaktadırlar.
Neredeyse doğru söyleyene suçlu muamelesi yapılacak hale gelinmiş ve doğru; tarihin hiçbir döneminde bu kadar itibarsızlaştırılmamıştır.
A.Claudius; “Her doğrunun iki yüzü vardır: Birini kabullenmeden önce iki taraftan da bakmış olmak her zaman daha iyidir” derken ne kadar da haklı.
Tek taraftan bakılarak, bilinçli, planlı ve tasarlanarak söylenen ve sık tekrarlanan yalanlar gerçeğin yerine alınca bu defa gerçeğe yalan muamelesi yapılmakta, böylece “kimyası bozulan kamu vicdanı” nın yalanlar karşısında üç maymunu oynaması sağlanmaktadır.
Kabul edelim ki bugüne kadar benzerine rastlamadığımız bir utanmazlık ve pervasızlıkla söylenen yalanlar ülke geleceği açısından hayra alamet değildir.
Bu kadar sistemli, bu kadar yüzsüz ve bu kadar ısrarlı yalan söylemek, popülizmle açıklanamayacak kadar ciddi bir “organize işlerin” belirtisi olmanın yanında, sadece psikolojinin değil, sosyolojinin, siyasetin ve davranış bilimlerinin de ilgi alanına giren patolojik bir nitelik te taşımaktadır..
Bu patoloji, yalan olduğunu bile bile inananların, karşıt olduğuna kaybettirme, desteklediğine kazandırma iştahını ranta dönüştürmeyi başarabilmiştir.
Mitomani, kişinin sürekli olarak herhangi bir çıkar gözetmeden yalan söylemesidir. Hiçbir durum yokken birden yalan söyleme ihtiyacı duyan kişi, hastalığın ilerlemesi ile söylediği tüm yalanlara kendisinin de inanmasına neden olur.
İleri düzeylere taşınan mitomani hastalığı kişinin elinde olmadan gerçekleşen ve yalan söylediğini kendi bile fark etmeyen bir davranış bozukluğu hastalığıdır.
Oysa bizim tanık olduğumuz yalancılar bir çıkar/hedef/amaç gözeterek yalan söylemektedirler ve durumlarını açıklamak için “davranış bozukluğu” kavramı yetersiz kalmaktadır.
Dolayısıyla onlara tedavi ile iyi olacak hastalar olarak bakamayız.
Bunlara tedavi kar etmez; çünkü bilerek, isteyerek, tasarlayarak, ısrarla ve inatla ve yüzleri kızarmadan yalan söylüyorlar.
Yalan söylemekle kalmıyor, koyun gibi kayıtsız şartsız inanmanızı istiyorlar.
İnanmayanları itibarsızlaştırmak için her yola başvuruyorlar.
Söyledikleri her yalanın ardından yazılı, görsel, internet medyası ve sosyal medyada vahşi bir saldırı başlatarak kendileri gibi düşünmeyen herkesi linç etmeye kalkıyorlar.
Mitomanlar; yalan söylemekten haz duyarlar, yalan söylemekte ısrarcıdırlar, yalanlarından dolayı pişmanlık duymazlar, yalanlarının ortaya çıkması durumunda aşırı agresif ve alıngan tavırlar sergilerler, söylediği yalanlara kendisi de inanır.
İlginçtir bizim tanık olduğumuz yalancılarda da bu özellikler aynen mevcut.
Ama mitomanlar çıkar gözetmeden yalan söyledikleri halde bizimkiler; çıkar/iktidar elde etmek için yalan söylüyorlar.
Sadece kendileri için değil, ittifak/işbirliği yaptıkları/çıkarlarına hizmet ettikleri güç ve odakları üzmemek/memnun etmek için de yalan söylüyorlar.
Leblebi yer gibi, sakız çiğner gibi, su içer gibi yalan söylüyorlar.
Mark Twain; “her zaman doğruyu söyleyenler ne dediklerini hatırlamak zorunda kalmazlar” diyor.
Oysa bizde yalancılar ne dediklerini hatırlamadıkları için aynı yalanı defalarca söylemekten de utanmıyorlar.
Ve münafıklıkta zirve yapıyorlar.
Bakın yalancılarla ilgili olarak Sevgili Peygamberimiz (SAV) neler söylemiş
İbnu Amr İbni'l-As (r.a.) anlatıyor: "Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki: "Dört haslet vardır; kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde nifaktan bir haslet var demektir: Emanet edilince hıyanet eder, konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, husumet edince haddi aşar." (Buharî, İman, 2/ 24, (I,14)).
Abdurrahman b. Ebû Bekre'nin naklettiğine göre, babası (Ebû Bekre) (ra) şöyle anlatmaktadır:
“Resûlullah (sav) üç kere, 'Size büyük günahların en büyüğünü söyleyeyim mi?' buyurdu.
'Evet söyle yâ Resûlallah!' dedik.
Bunun üzerine Resûlullah, 'Allah'a ortak koşmak ve anne-babaya saygısızlık/kötülük etmektir.' buyurdu.
Sonra arkasına yaslanmış hâldeyken doğruldu ve şöyle dedi: 'Dikkat edin (bir de) yalan söylemek ve yalancı şahitlik yapmaktır. Dikkat edin (bir de) yalan söylemek ve yalancı şahitlik yapmaktır.' Bu cümleyi o kadar çok tekrarladı ki 'susmayacak.' dedim.”(Buhârî, Edeb, 6)
Ve Bakara Suresi, 10. Ayette Rabbimiz uyarıyor ki: "Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azap vardır."
Görüldüğü üzere, böylesine ısrarla ve inatla yalan söyleyenleri yani münafıkları acı bir azap beklemektedir.
Onlar inansa da inanmasa da acı bir azap er ya da geç kaderleri olacaktır.”
"Terörü lanetleyecekse birisi, amasız, fakatsız, net şekilde lanetlemelidir"
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Sayın Metin FEYZİOĞLU katıldığı bir programda Diyarbakır annelerinin oturma eylemine ilişkin soru üzerine, yönetim kurulu olarak nöbete katılarak onlara destek olduklarını söyledi.
Feyzioğlu, "İspanya'da terör böyle önlendi, bitirildi. Anneler isterse biter. Şu cümleye de çok rahatsızlıkla bakan biriyim, 'Terör nereden gelirse gelsin' diyerek, bir taraftan da Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni suçlayan söylemler vardır. Devletin memuru bir suç işlerse peşine düşersiniz, soruşturur ve yargılarsınız ama devleti terör örgütüyle eş tutan cümleleri asla edemezsiniz, edeni de kınıyorum" dedi.
"Terörü lanetleyecekse birisi, amasız, fakatsız, net şekilde lanetlemelidir" ifadesini kullanan Feyzioğlu, "PKK'yı, DHKP-C'yi, FETÖ'yü, DAEŞ'i ve bilumum terör örgütünü ağız dolusu, yürekten lanetlemeyenle işimiz olmaz.
Net duruşumuz budur.
PKK'nın da taban kazanmasını önlemek, 'Siz bunları yaptığınız için halk size düşman oluyor' dedirtmek için halkın mutlaka söz söylemesi lazımdır. Annelerin bu girişimi o açıdan doğrudur. Amaç da hasıl olmuştur, mesaj da verilmiştir. Biz de destekledik." diye konuştu.
Hepimizin her konuda farklı düşünceleri, değerlendirmeleri olabilir.
Eleştirdiğimiz eleştirmemiz gereken uygulamalar bulunabilir.
Fikir birliğine vardığımız varamadığımız konular olabilir.
Ama ülkemizin güvenliği ve istikbali söz konusu olunca bu farklılıklar birer teferruattan ibarettir.
İşte bu gerçeğe çok yakışan bir profil çizen; ülke güvenliği ve çıkarları söz konusu olduğunda milli bir duruş sergileyen Sayın Feyzioğlu’nun bu cümlelerinin altına gönül rahatlığı ile imzamı atıyorum.
Yurt içinde ve yurt dışında birilerine şirin görünmek adına ağızlarından köpük saçarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini suçlayan ama ormanları yakan, fabrikalara sabotaj yapan masum insanları alçakça katleden ve her türlü melaneti yapan PKK’ya tek söz edemeyen, terör örgütüne gösterdiği anlayışı devletine gösteremeyen; ezik, sinik, korkak, hain, çıkarcı ve işbirlikçi aydın/sanatçı/akademisyenlere örnek olacak dürüstlük ve cesareti için de teşekkür ediyorum.