2010 yılının Aralık Ayı başlarıydı. Akşam mesai bitimine yakın dönemin Genel Müdürü arayarak ismini verdiği müfettişin acilen başmüfettişliğe yükseltilmesi için teklif yaparak yazıyı ulaştırmamı istedi.
Kendisine;sözünü ettiği müfettişin kıdem sırasında 12. olduğu ve önündekileri atlayarak teklif yapamayacağımı, bunun çok açık bir görevi kötüye kullanma suçu oluşturacağını ve teftiş kurulunda huzursuzluğa yol açacağının söylediğimde;
“Önemli değil sen acilen yaz ve gönder” diye talimatını tekrarladı.
Ben bu hukuksuz işlemi yapmayacağımı söyledim.
Bu kez; “ben genel müdürüm emrediyorum” dedi. Yine yapmayacağımı söyleyince sert bir ses tonuyla“ bakan emrediyor” diye karşılık verdi.
Çok sinirlenmiştim. Haksız, hukuksuz ve keyfi bir işlemi bana yaptırmak istiyorlardı. Sonucun ne olacağının tahmin ederek kestirip attım.
“O zaman sayın bakan kendisi yapsın.”
Hiçbir şey söylemeyen genel müdür telefonu yüzüme kapattı ve ertesi gün akşamüzeri, üç ay önce vermiş olduğum istifa dilekçem işleme konularak Teftiş Kurulu Başkanlığı görevinden alındım.
Sözünü ettikleri kıdemsiz müfettiş bir günde önündeki 12 kişinin hakkı çiğnenerek o zamanki yönetmeliğe açıkça aykırı bir şekilde başmüfettişliğe, ertesi gün de Teftiş Kurulu Başkanlığına atandı. Bu işlemi yapan, Cumhuriyet tarihinin en başarısız Kadın ve Aileden sorumlu Bakanı olan Selma Aliye Kavaf idi.
Hani, bakan olmasına rağmen milletvekili adayı dahi yapılmayan Selma Aliye Kavaf.
Hani,milletvekili adayı olamayınca bir gecede 75 İl Müdür Yardımcısı atayarak Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliğini delik deşik eden Selma Aliye Kavaf.
Peki, bütün bu hukuksuzlukları keyfilikleri yaptı da ne oldu?
Hiçbir şey olmadı. Milletvekili emeklisi olarak vergilerimizle ödenen maaşını almaya devam ediyor.
Paldır küldür Teftiş Kurulu Başkanlığı’na getirilen arkadaş yaklaşık 11 ay kadar görev yaptıktan yani miadını doldurduktan sonra yerini bu kez başka birhizmet ehline bırakmak zorunda kaldı. Yani üfürükle geldiği makamdan, tükürükle ayrıldı.
Kendisine hak etmediği bir kadroyu almak için neden bana baskı yaptırdığını sorduğumda, bir daha böyle bir fırsatı bulamayacağını, başkanlığın kendisinin de hakkı olduğunu söyledi.
“Başkan olmak istemesinin ayıp olmadığını ama önündeki 12 kişinin sırtına basıp geçerek ve onların haklarını gaspederek başmüfettişliğe atanmasının hem kanunen hem de ahlaken uygun olmadığını ve bu yaptığının ayıp olduğunu” söyledim
Başkanlık yapmak için hiçbir deneyimi olmadığını ve bunun da kendisini zor duruma düşürebileceğini ifade ettim.
Yapacağına inandığını söyledi. Zaten inandırılmasa, böyle bir haksızlıkla göreve gelmezdi.
Sonra benim için azap günleri başladı. Geçmişteki davalarda benzerlerini gördüğümüz isimsiz ve imzasız mektuplarla hakkımda şikâyetler başladı. Bu mektuplar o kadar titiz yazılmıştı ki; muhbir benim dört yıl önce kapattığım telefon numaramı bile biliyordu.
İlk ismimi yanlış yazmışlardı ama olsundu. Nasıl olsa beni linç etmeyi kafaya koymuşlardı ve o kadar kusur kadı kızında da bulunurdu. Sınava gireceklerden rüşvet aldığım ve rüşvet karşılığı sınav kazandırdığım en alçakça ve en kahpece iddia idi.
Bu alçakça iddia ile ilgili olarak Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanlığınca hakkımda yapılan soruşturma sonucu aklandım. Değil rüşvet almak buna ilişkin en küçük bir emare dahi olmadığı ortaya çıktı. Hatta Başbakanlık Teftiş Kurulu ihbar mailinin atıldığı internet kafenin adresini dahi yazarak yetkileri olmadığı için bu konuda Savcılığın işlem yapmasını istemesine rağmen bu alçakça iftirayı atanlar hakkında herhangi bir işlem yapılmadı. Bu yetmedi hakkımızdaki kovuşturmaya yer olmadığı kararı tebliğ tarihinden 28 gün sonra itiraz edilerek bozduruldu.
Linç alanına girmiş iseniz hukuk usulü, ceza usulü önem taşımıyor.
Ne de olsa hizmette sınır yoktu.
Adalet er ya da geç tecelli edecek. Buna inanıyorum. Bu, belki de bizim dünyevi imtihanımız.
Hani şimdi birileri salya sümük ağlıyorlar ya…
Hani, zulme ve haksızlığauğradıklarını söylüyorlar ya…
Zulüm yapan, zulüm görür. Mazlumun ahını alırsanız aheste aheste çıkar elbet.
Geçmişi bir gözünüzün önüne getirin.
Gerçekten suç işledikleri için cezalandırılması gereken vesayet odaklarının yanında yüzlerce masum insan hakkında davalar açıldı. Bu ülkenin Genel Kurmay Başkanı çete reisi olduğu gerekçesiyle hapse atıldı. Deniz Kuvvetlerinde terfi edecek komutan bırakılmadı. Bu zulme dayanamayan kimileri intihar etti, kimileri de hapiste öldüler. Bazı mahkûmiyet kararlarına esas teşkil eden delillerin sahte olduğu anlaşıldı. Karar gerekçeleri aylarca yazılmayarak, insanların hak arama yolları kapatıldı. Kanser tedavisi gören bir sivil toplum örgütü yöneticisi sabahın saat beşinde yaka paça gözaltına alındı.Bir gazeteci, yayımlanmamış kitabından ötürü tutuklandı. Suçlanacak insanların evlerine işyerlerine itinayla yerleştirilen deliller, canlı yayınlarla ortaya çıkartıldı. Hayali örgütler uydurulup, ipi çekilecek kişiler bu örgüt üyesi gibi gösterilerek gözaltına alındı. Ülkede iktidarı muhalefeti dinlenmeyen kimse kalmadı. 85 yaşında iki gözü görmeyen MS hastası piri fani El Kaide örgüt lideri olarak atıldığı hapiste 17 ay yattı.
Bütün bu rezillikler, gözümüzün önünde gerçekleşti.
O yüzden kimse kimseyi aptal yerine koymasın. Kimse kendisini, özgürlük savaşçısı gibi göstermesin. Kimin ne için savaştığını, herkes biliyor.
Bütün bu yaşananların dinle, dindarlıkla ve Müslümanlıkla alakası olmadığını da biliyor.
Dindarlık ve zulüm. Oksimorona bundan daha iyi bir örnek olabilir mi?
Kulun adaleti olmayabilir ama Allah’ın adaleti var..
Allah’ın rızasının kazanan kul olmak yerine, gücün burnunda kıl olmaya kalkanlarelbette kıl dönmesine katlanacaklar!