Rahmetli amcamın (Hüseyin Yılmaz) cenazesine katılmak için Korgun’a gittiğimizde ilkokul, ortaokul ve lise yıllarımı geçirdiğim Karatekin Mahallesini ve elbette ki anılarımızda çok özel bir yeri olan Tahtaköprü’yü görmek için sevgili kardeşim Metin’le birlikte çıktığımız mahallede hatıralarımızda varlığını koruyan hiçbir şeyin yerinde olmadığını gördük. Bambaşka bir mahalle ile karşılaşmıştık.
Bırakın Tahtaköprü’yü, onu hatırlatacak hiçbir maddi unsur yoktu. Sanki o köprü hiç olmamış gibi bir görüntü vardı. Geçmişi bilmeyen orada köprü olduğuna inanmaz.
Tahtaköprü yukarıdaki fotoğrafta gördünüz üzere artık anılarda kaldı.
Kentsel dönüşüm kapsamında dayanıklı olmayan eski evlerin yıkılarak yeni mahallelerin yapılmasına itirazım yok. Bir yandan artan nüfus diğer yandan konut ihtiyacındaki artış yeni konutlar yapılmasını gerektiriyor. Buna dayanıksız evlerin yenilenmesini de eklediğimizde çocukluğumuzun geçtiği mahallelerin aynı kalmasını beklemenin rasyonel bir açıklamasının olmadığını biliyorum.
Değişim, dönüşüm ve gelişim dinamik kavramlar. Buna karşı çıkamayız. Ama geçmişin değerlerini korumak, sonraki nesillere aktarmak için şehrin tarihini yaşatmak gerekli....
Su tabancalarıyla birbirimizi ıslatmanın en büyük keyif olduğu geçmişi, tablet ve cep telefonlarıyla oynayan çocukların bugünü ile kıyaslamayız. Ama bugünün çocuklarını dünün gerçeklerinden, değerlerinden, yaşananlarından haberdar edebiliriz. Bu yapılmadığı takdirde yaşananlar yaşandığı devirde kalır ve şehrin hafızasına kaydedilmez.
Geçmişi hafızasına kaydedilmeyen şehirler beton yığınından ibarettir ve sadece bugünü vardır. Oysa ruh dünde saklıdır.
Gelmek istediğim nokta şu;
Çankırı’nın dününün yarına aktarılması bu kadim şehre borcumuzdur.
Bu borcun ödenmesi için gösterilen kişisel çabalar elbette önemlidir ama çabalara kurumsal katkı verilmediği takdirde yeterli olmaz.
Çankırı ile ilgilenen herkesin çok iyi bildiği üzere sevgili kardeşim Metin “Sözcü 18” Gazetesinde Çankırı’nın kültürel, tarihi, sosyal geçmişi, değerleri ve Çankırı tarihinde iz bırakan kişilerle ilgili olarak bizzat kaynağından elde ettiği bilgileri sizlerle paylaşıyor.
Hiçbir maddi karşılık beklemeden sadece şehrine vefa borcunu ödemek için iyi niyetle yürüttüğü çalışmaların yarattığı güvenle zengin bir fotoğraf arşivi oluşturdu.
Yurt içinden ve yurt dışından kendisiyle iletişime geçen Çankırılılar ellerindeki belgeleri ve çok özel fotoğrafları Metin’le paylaşıyorlar.
Metin Çankırı’ya iz bırakan insanlarla ya da yakınlarıyla birebir görüşerek geçmişte yaşananlarla ilgili ilk ağızdan aldığı bilgileri tarihe not düşüyor.
Sahaf sahaf dolaşıp Çankırı ile ilgili kitap, dergi, belge topluyor, onlardan elde ettiği bilgileri “Sözcü 18”deki yazılarına konu ediyor.
Sosyal medyada Tahtaköprü çatısı altında yürüttüğü (https://www.facebook.com/groups/tahtak) çalışmaların daha etkin bir şekilde devamı için arkadaşlarıyla Tahtaköprü “Çankırı Tarih Kültür Medeniyet Derneğini” kurarak Çankırı’nın kültürüne, tarihine ve değerlerine olan katkısını örgütlü bir yapıya kavuşturdu ve bu işe gönül verenleri bir araya getirdi.
Şu anda elinde hiç kimsede olmayan yaklaşık elli bin fotoğraflık müthiş ve çok özel bir arşivi var. Metin’e duyulan güven nedeniyle adeta fotoğraf yağıyor.
Dijital hafızada kayıt altına alınsa da bu değerli arşivin, Sözcü’18 deki her biri belgesel niteliğindeki çok kıymetli yazılarıyla birlikte kitap haline getirilmesi Cumhuriyetimizin 100. yılına çok değerli kültürel bir katkı olacaktır.
Ancak böylesine büyük bir anı/belge eserin sadece Metin’in kişisel imkânları ile basılması mümkün değildir.
Çünkü ciddi bir maddi külfet söz konusudur. Ayrıca siyah beyaz çok sayıdaki eski ve tarihi fotoğrafın kaliteli baskısı ekstra maliyet gerektirmektedir.
Hem dünün yarınlara aktarılması, hem şehrin hafızasının korunması ve hem de sonraki yıllarda Çankırı üzerine inceleme ve araştırma yapacak akademisyenler ve meraklıları için son derece yararlı bir kaynak olabilecek bu kitabın basılması için kurumsal destek şarttır.
Metin’in çabaları için sözlü destekler ve takdir ifadeleri önemlidir ancak yeterli değildir.
Bu nedenle de Başta Belediye olmak üzere, Valiliğin, Kültür Müdürlüğünün ve Karatekin Üniversitesi’nin desteği değerlidir.
Kişisel olarak bazı hemşerilerimizin destek ve teşviklerini hatta maddi yardımda bulunmak isteyenlerin olduğunu biliyorum.
Ancak Metin’in yirmi yılı aşkın büyük emekle oluşturduğu ve çok büyük bir boşluğu dolduracağına inandığım kitabının basımı için resmi kurumların destekleri gerekmektedir.
Bu konu artık Metin’in kişisel meselesi olmaktan çıkmıştır.
Çünkü kentin hafızasına sahip çıkmak sadece Çankırı sevdalılarının değil varlıklarının gereği olarak resmi kurumların da görevidir.
Elbette Çankırı’nın tanıtımı için yapılan festivaller, paneller, söyleşiler, fuarlar ve her türlü etkinlik çok değerlidir ama bunlar yeterli değildir.
Çankırı’nın geçmişinde yer alan, itiraf edeyim ki benim bile Metin’in yazılarından öğrendiğim; olaylar ve kişiler yanı sıra hiçbir yerde bulunmayan fotoğrafların kitap haline getirilerek sonraki nesillere aktarılması kalıcı ve değerli bir hizmet olacaktır.
Bugüne kadar Karatekin Üniversitesinin ya da Başka Üniversitelerin, Belediyenin ve Kültür Müdürlüğünün ya da başka kurumların en azından “Sözcü 18”deki değerli yazılarını okuduklarını varsaydığım yerel birimlerin “bunları nasıl kitaplaştırabiliriz?” diyerek Metin’i arayıp sormamaları gerçekten üzücüdür.
O yazıların binlerce kez okunması resmi kurumların dikkatini çekmiyor mu?
Çankırı ve değerlerine böyle mi sahip çıkılacak?
Bu kadim şehre olan vefa borcu böyle görmezden gelinerek ödenmez.
Kimse endişelenmesin; Metin’in, bu çabalarından maddi kazanç sağlamak, koltuk kapmak, lojmana oturmak, makam arabası tahsisi ya da siyasete atılmak gibi bir düşüncesi yoktur.
Onun büyük bir emek ve sınırsız güvene dayalı olarak oluşturduğu devasa görsel arşivin sadece kendisinde kalmaması, Çankırılıların yararına sunulması ve yarınlara aktarılmasından başka bir derdi yoktur.
Bu yazı ağabeyi olarak büyük çabalarına tanık olduğum sevgili kardeşim Metin’i övmek için değil onun Çankırı için yaptığı çalışmalara resmi kurumların kayıtsızlığından duyduğu üzüntüyü gördüğüm için yazıldı.
Kaldı ki onun övgüye filan ihtiyacı da yok.
Bilen biliyor, tanıyan tanıyor zaten.
Girdiği sayısız gönülde çok değerli bir yeri var.
Bu nedenle hemşerilerimiz hiç kimseyle paylaşmadıkları çok özel belge ve fotoğrafları sadece ona gönderiyorlar.
Çankırı’ya ilişkin belge ve çoğu hayatta olmayan canlı tanıkların anlatımlarına dayalı çok değerli yazıları ile hiçbir yerde bulunmayan özel ve değerli fotoğrafların da yer aldığı muazzam arşiv kitap haline getirilerek yarınlara aktarılamaz ise bunun sorumlusu Metin değil, gerekli katkıyı vermeyen yerel resmi kurumlar olacaktır.
Sadece bu kayıtsızlık bile Çankırı’nın neden içine kapanıp bir türlü kabuğunu kıramadığının ve neden Ankara’nın bir ilçesi olarak bilinmekten kurtulamadığının hazin bir görüntüsüdür.
Umarım bu yazı harekete geçmeleri için bir vesile olur.
Trajik bir hikâyede figüranlık yapanlar asla tarih yazamazlar çünkü tarihi figüranlar değil kahramanlar yazar.
Türkiye 6 Şubat’ta asrın felaketi olarak nitelendirilebilecek bir büyük depremi yaşadı.
3 Mart’ta ise çok büyük bir siyasi depreme tanık olduk.
Bir yıldan fazla bir süredir güçlendirilmiş parlamenter palavraları ile seçmenlerini boş hayallere sürükleyen altılı masanın ikinci büyük partisinin genel başkanı Meral Akşener, yaptıkları son toplantıda kendilerine Kılıçdaroğlu’nun adaylığı konusunda dayatma yapıldığı iddiasıyla masayı devirirken aylardır aynı masada oturdukları liderlere de ağır sözler sarf etti.
Akşener, 23 Kasım’da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Temenni ederiz ki bunlar da bir dönüşüm yapmak suretiyle gerek bu masayı terk etmek gerekse milli ve yerli bir duruş sergilemek üzere konumunu yeniden gözden geçirir” sözlerine şu cevabı vermişti: “Biz o kumar masasını dağıtmaya, saray görünümlü kumarhanenizi de başınıza yıkmaya geliyoruz.”
İYİ Parti lideri, 9 Aralık’ta ‘masayı dağıtacak’ eleştirilerine çıkışarak, “İşbirliği içinde rekabet kavramına ihtiyacımız var. Birbirinin ayağına basan bir yapı değil. Ben sürprizli bir insan değilim o masada. Açık net bir insanım” demişti.
Akşener, 29 Aralık’ta gazeteci Elif Çakır’a “Altılı masa asla dağılmayacak, masayı dağıtmaya kimsenin gücü yetmez. Ne ben ne de başkası ülkenin geleceğinin konuşulduğu o masadan, hiçbirimiz kalkmayız” diyerek masayı dağıtmayacağı sözünü vermişti.
Akşener masayı neden devirdiğini bakın nasıl anlatıyor?
“Geldiğimiz noktada İYİ Parti bir kıskaca alınmış, bir dayatmaya, mecbur bırakılmış, tıpkı yıllardır, Türk Milleti’ne yapıldığı gibi ölüm ve sıtma arasında, bir tercihe zorlanmıştır. Ve elbette, buna boyun eğmeyecektir. Sağduyusunu azme çevirecek, kişisel ikbal hesapları için üretilmiş, devşirme bir siyasetin, hınk deyicisi olmayacaktır……”
“Ceketimi assam, aday ederim’ diyenlerin karşısında da dimdik duruyoruz durmaya da devam edeceğiz!.....”
“Bu vesileyle anlamış olduk ki şahsi hırslar, Türkiye’ye tercih edilmiştir. Anlamış olduk ki, kişisel ajandalar uğruna mubah sayılan kuyruklu yalanlar, milletin kazandığı bir büyük hakikate tercih edilmiştir. Anlamış olduk ki, yenilgi yenilgi büyüyen küçük hesaplar, 85 milyonun kazandığı kutlu bir zafere tercih edilmiştir…..”
“Geldiğimiz son noktada dün itibariyle Altılı Masa artık millet iradesini, kararlarına yansıtma kabiliyetini kaybetmiştir. Milletimizin ortak iyiliği için iyi niyetle oturduğumuz bu masa artık potansiyel adayların tartışılabildiği bir ortak akıl platformu olmaktan çıkmış, tüm alternatiflerin kara listeye alınarak, tek bir adayın tasdiki için çalışan bir noter masasına dönüşmüştür. Ancak ne bir kumar masasında ne de bir noter masasında olmayacağız…..”
“Ya şanlı bir mücadelede milyonlarla yürüyeceğiz ya da trajik bir hikâyede figüranlık yapacağız!.....”
“Ez cümle: Ya tarih yazacağız ya da tarih olacağız!....”
Bu kadar ağır sözleri söyleyerek devirdiği masaya tekrar dönmesi ve bu kadar ağır sözlere muhatap olan masanın da onu kabul etmesi asla şaşırtıcı değildir.
Çünkü aralarındaki ilişki çıkar ilişkisidir.
Daha seçim kazanmadan birbirlerine karşı böylesine güvensiz olanların seçimleri kazanmaları halinde ne entrikalar çevireceklerini, ne kaprisler yapacaklarını tahmin etmek zor değil.
Bu ucuz tiyatronun belki de tek faydası seçildikleri halde neler yaşayabileceğimizi milletimize göstermiş olmalarıdır. Bu benzemezler koalisyonun bu ülkeye vereceği tek şey kaostur.
Devasa küresel sorunlar ve yaşadığımız olağanüstü afetler karşısında noter/kumar masasının asla alternatif olamayacağı, sabah tükürdüklerini akşam yalayacak kadar pişkinlik göstermelerinden daha iyi anlaşılmıştır.
Bilim adamı mı?.. PKK’nın Fetö’nün borazanı mı?
Jeofizik Yüksek Mühendisi Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan, 28 Şubat 2022 günü saat 13.31’de şu tweet’i attı.“Deprem bölgesinde geziyoruz. Malatya’daki bin kadar çocuk yitik. Organ mafyası ya da çocuk pornocularından kuşkulanılıyor.”
Üç dakika sonra saat 13.34’te şunu yazdı. “İlk iki gün asker inmediği için korumasız kadınlara tecavüz edilmiş.”
Yedi dakika sonra saat 13.42’de ise: “Yakınlarını yitiren genç kızlar, imam nikâhıyla evlendirilerek, kim olduğu belirsiz kişilerce alıp götürülüyor, sorun çok büyük.” Paylaşımında bulundu. Bu utanç verici iddialarının kaynağı PKK ve Fetö’nün lağım fareleri idi.
Yıllardır bilin bilim diye vaaz veren bir bilim(!) adamı hiç araştırmadan, sorgulamadan yalan ve iftiraları paylaşmaktan utanmadı. Başlatılan soruşturma sonucunda yurt dışına çıkış yasağı konulup adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.
Emniyetteki ifadesinde, "Pişmanım, art niyetim yoktu, oralarda öyle konuşuyorlardı, doğru olmadığını öğrendim, ben de paylaştım ve geri kaldırdım" diyen sözde bilim adamı bilimin temel öğesinin araştırma/sorgulama olduğunu düşünmeden, ihanetini; “oralarda öyle konuşuyorlardı” diyerek savunuyor. Bu yaptığı hem bilime hem adamlığa ihanettir.
Bu ülkeye en büyük kötülüğün eskilerin “bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür” dediği türden cahillerden geldiğini bu örnekle bir kez daha gördük.
Hani namus ve şeref kavramı çok değerli ise bir siyasi partinin genel başkanının Cumhurbaşkanı olmaması lazımdı?
"Bir partinin genel başkanı nasıl tarafsız olur? Ben tarafsız mıyım? Velev ki seçildi, nasıl gidecek namusu ve şerefi üzerine yemin edecek? Benim namusum ve şerefim bu kadar ucuz mu? Ben nasıl namusum ve şerefim üzerine diyeceğim ki, 'tarafsız davranacağım.' Namus ve şeref kavramı bu toplum için çok değerlidir. Bu kadar ucuzladığını emin olun anlamakta zorluk çekiyorum. Partili birisinin adaylığını ahlaki açıdan da, vicdani olarak da doğru bulmuyoruz." (K.Kılıçdaroğlu /2017)
“Cumhurbaşkanı olacak kişinin aynı zamanda bir partinin genel başkanı olmaması lazım. Çünkü Cumhurbaşkanı olacak kişi parlamentoda yemin ettiği zaman, Anayasa’nın gereği olarak tarafsız olacağına dair namusu ve şerefi üzerine and içiyor. Eğer siz namusunuzu ya da şerefinizi korumak isterseniz, namus ve şeref kavramı bizim için çok değerlidir derseniz, bir siyasi partinin genel başkanının Cumhurbaşkanı olmaması lazım. Bir partinin genel başkanı, bir yargıç atarsa yargıya olan güven temelinden sarsılacaktır. Bizim görüşümüz dün de böyleydi, bugün de böyle, gelecekte de böyle olacak."(K.Kılıçdaroğlu Amerika'nın Sesi'nden Yıldız Yazıcıoğlu ve Murat Karabulut'un sorularına cevaben/Gazete Duvar/ 05 Temmuz Pazar 2020 Saat: 12:56)
Hani namus ve şeref kavramı bu toplum için çok değerli idi?
Hani partili birisinin adaylığını ahlaki açıdan da, vicdani olarak da doğru bulmuyordunuz?
Hani namus ve şeref kavramı çok değerli ise bir siyasi partinin genel başkanının Cumhurbaşkanı olmaması lazımdı?
Hani görüşünüz dün de böyleydi, bugün de böyle, gelecekte de böyle olacaktı?
Peki, ne değişti?
Haftanın fıkrası
Ağa ile kâhyası ağanın at arabasında, kasabaya doğru giderlerken at yola pisler. Ağa kâhyasıyla dalga geçmek için; “Memed şu b.ku yersen, bu at da araba da senindir”. Der.
Kâhya bir an düşünüp sonra arabadan iner ve tiksinerek te olsa atın pisliğini yer. Ağa bir an için keyiflenir ama bir anlık keyif için arabasını kaybettiğine üzülür, kâhya da ağasının üzüldüğüne üzülür. Dönüş yolunda, atın pislediği yerden geçerken ağa “Memed ben bir halt ettim, gel bunu düzeltelim, karşılığını söyle, arabayı geri alayım” der. Zaten rahatsız olan kâhya “Ağam, kalan b.ku yersen ödeşiriz arabayı da geri veririm” der. Ağa bir an düşünür çaresiz kabul eder ve pisliği yer. Her ikisi de mutsuz, köye girerken kahya ağaya sorar; “Ağam, araba giderken de senindi, dönerken de senin. Peki, biz bu b.ku niye yedik?”.