Bir Ramazan ayına daha girdik çok şükür.
Ramazan ayına girdik ama camiler kapalı, Cuma namazları kılınmıyor.
Ramazanların olmazsa olmazı mukabeleler okunamayacak ve teravih namazı kılınamayacak camilerde.
Bugüne kadar olduğu gibi bugünden sonra da kıyamete kadar Ramazan hep belirlenen vaktinde gelecek, buna şüphe yok.
Gelecek ama nasıl geleceğini bilemiyoruz.
Geçen yıl bu zamanlar Ramazan’da camilerin kapalı olacağı, Cuma Namazlarının kılınamayacağı söylense idi “saçmalamayın” derdik.
Ama bir virüs dünyayı ne hale getirdi görüyor(mu)sunuz?
Tarihte ilk defa Kabe’de bile namaz ve tavaf durdu.
Mescid-i Nebi’de de namaz kılınmıyor.
Azgınlaşan, zulümde ve nankörlükte sınır tanımayan insanoğlu bundan ibret alır mı/alır mıyız? bilinmez.
Şimdi; camiler kapalı teravih kılınamıyor (isteyen elbette evinde kılabilir), Cuma Namazı kılınmıyor diye söyleniyoruz ya..
Hadi gelin bir hesaplaşma yapalım.
Açık konuşalım; Ramazan’ın üç dördüncü gününden sonra teravih namazlarını boşlayanlar biz değil miydik?..
Sosyal medyada paylaşım yaparken bol bol kullandığımız vakti teravih namazı söz konusu olunca uzun bulan bizler değil miydik?..
Peygamberimiz (sav) evinde kılmış biz de evde kılıyoruz deyip; haberleri, diziyi, maçı seyrettikten sonra bir zahmet 8 rekat teravih namazı kılarak durumu kurtaran biz değil miydik?
Beş yıldızlı otellerin yemek salonlarında yarısı çöpe giden gösterişli iftar sofralarından paylaşım yaparak “like” peşinde koşanlar bizler değil miydik?
Sanki Ramazan eğlence ayı imiş gibi maalesef bazı belediyelerin de ön ayak olduğu programlar uğruna, tıka basa yiyerek ağırlaşan midelerle namaz kılmak zor oluyor diyerek rahatlamak için eğlenmeye giden bizler değil miydik?..
Sahura kadar kahvede çarşıda gezinerek vakti heba edip, sahur yemeği için eve gelen ve öğleye kadar yattıktan sonra kalkarak orucu uykuya tutturan bizler değil miydik?..
Süslü püslü cümlelerle Cuma mesajları gönderip o mesajlardaki güzellikleri yerine getirmeyen, Cuma namazı öncesi vaazda ve özellikle hutbe okunurken hocayı dinlemek yerine cep telefonlarımızla meşgul olup “hoca da amma uzattı haa” diyerek vaazın ve hutbenin bir an önce bitmesini isteyenler bizler değil miydik?..
Cuma namazından sonra selam verir verilmez cep telefonunu eline alıp camiden dışarıya kendisini zor atanlar bizler değil miydik?..
Namazda bile aklı cep telefonlarında olan bizler değil miydik?..
Teravih namazlarını uzun kıldıran hocalara söylenip sanki Allah’ın cc. (haşa) bizim kılacağımız namaza ihtiyacı varmış gibi “bir daha o camiye gitmem birader kıl kıl bitmedi” diyenler bizler değil miydik?..
O zaman aklımızı başımıza almanın, kendimizi hesaba çekmenin tam zamanı.
Nerede yanlış yaptığımızı öğrendiysek mesele yok.
Ama yanlışta ısrar edersek işte böyle Ramazan’da bile camisiz ve Cuma’sız kalıveririz.
Peygamber Efendimiz (sav) "Ramazan ayı girince Cennet kapıları açılır, Cehennemin kapıları kapanır ve merede-i şeyâtîn (şeytanların en azgınları) zincire vurulur." (Buhari, Savm, 5) buyurmuş.
Şeytanların en azgınlarının bile zincire vurulduğu bu ayda insanların en azgınlarının mesaiye devam etmeleri kendilerini yakacak ateşlerine odun yetiştirmeleri için verilmiş bir fırsat mı acaba?..
XXX
Her Ramazan’ın bıraktığı iz ayrı olsa da hayatımda unutamadığım iki Ramazan yaşadım ben.
Birisi; 2015 yılında Mekke ve Medine’de geçen, tadına doyamadığım tam bir Ramazan ve bayramı, ötekisi ise ölümün kıyısından döndüğüm 1980 yılı Ramazan’ı.
Kutsal topraklarda geçen Ramazan ve bayramın tadını ve huzurunu kelimelerle anlatmak mümkün olmadığından ölümün ya da gözlerimi kaybetmenin kıyısından döndüğüm diğer Ramazan’dan bahsedeceğim.
Yıl 1980 ve aylardan galiba Temmuz.
Terörün anarşinin kol gezdiği, bir gecede 25-30 vatandaşımızın öldürüldüğü gittiği karanlık günler.
Şimdi iki günlük sokağa çıkma yasağı için marketlerde kuyruk oluyor ya, o zaman tüp için, sıvı yağ, için margarin için, hatta ekmek için metrelerce uzayan kuyruklar oluyordu.
Bir kuyruktan çıkıp diğerine giriyorduk.
Ameliyat olan bir arkadaşıma geçmiş olsun için giderken bir saatten fazla bir süre kuyrukta bekleyerek aldığım ayçiçeği yağını götürmüştüm de çok makbule geçmişti.
Günde beş altı saat elektrikler kesiliyordu.
Kaloriferde yakmak için kömür almak ayrı bir dertti.
Her an her yerde bir terör olayına kurban gidebileceğimizden sabah evden helallik alarak çıkıyorduk, çünkü akşama sağ döneceğimizin garantisi yoktu.
Sokaklar, caddeler, mahalleler paylaşılmış, kurtarılmış, birinden diğerine geçişin kontrolle yapıldığı gerçekten zorlu günlerdi.
Ben o dönem Ankara Yenimahalle’deki 50. Yıl Yetiştirme Yurdunda görev yapıyordum.
Allah inancı olmayan militan bir müdürün yönettiği (ni zannettiği) kuruluşta zorbalık, baskı ve tehdit kol geziyordu.
Bu müdürün etrafındaki öğretmen kılıklı militanlar kendi düşüncelerinde olmayan görevlilere baskı tehdit ve şantajlarda bulunarak istifaya ya da başka bir kuruluşa tayine zorluyorlardı.
Oruç tutan personele zorla yemek yediriyorlar, karşı çıkana şiddet uyguluyorlardı.
Kuruluşta namaz kılmak yasaktı.
Polisin bile iki ayrı gruba ayrıldığı o dönemde yapılan şikayetlerin hiçbir kıymeti yoktu.
Hakkın hukukun adaletin daha doğrusu can güvenliğinin olmadığı o günlerde, oturduğumuz semt aşırı sol grubun kontrolünde olduğu için camiye teravih kılmaya gidemiyor, gece sahura kalktığımızda mutfağın ışıklarını yakamadığımız için dışarıya ışık sızdırmayan koridorda yemeğimizi yemek zorunda kalıyorduk.,
Çünkü sahurda ışık yanan evler ya bombalanıyor ya da kapınıza dayanıp hesap soruyorlardı.
Her akşam kapılarımız çalınır, “hapisteki yoldaşları” için haraç toplanırdı.
Vermemek gibi bir tercihimiz yoktu.
Vermez isek mimlenen evimizin bombalanması ya da şiddete uğramamız kaçınılmazdı.
Sabahlara kadar silah seslerinin kesilmediği bombaların patladığı semtteki lisede, zamanın Ankara Valisi öğrenciler tarafından alıkonulacak kadar terörün azgın olduğu o günlerde ne yazık ki Ramazan’ın güzelliklerini yaşayamıyorduk.
Çalıştığım işyerinde müdür baskıyla memurların Cuma Namazına gitmelerine izin vermiyordu.
O dönem tam gün (full time) çalışma sistemi nedeniyle öğlen paydası yoktu, yemek yenilip göreve devam ediliyordu.
Ben Cuma günleri yemek yemiyor, yemekte geçen süreyi Cuma Namazı için kullanıyordum.
Bir Cuma günü yine yemek yemeyerek Camiye gitmek üzere kapıya yöneldiğimde müdür önümü keserek “nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Cuma namazına gidiyorum dedim.
“Gidemezsin dedi” sert bir ifadeyle.
Neden gidemezmişim müdür bey? dedim.
“Namaz mı kutsal görev mi?” diye kendi aptallığının seviyesini gösteren bir soru sordu.
Bak müdür bey dedim, namaz kutsaldır ama ben öğle yemeği hakkımdan vazgeçerek camiye gidiyorum, siz de yemek yiyerek vakit geçiriyorsunuz. Madem görev kutsal neden göreve ara verip yemek yiyorsunuz, çalışmaya devam edin o zaman, dedim.
Benden böyle bir karşılık beklemiyordu ki önce ne diyeceğini bilemedi sonda küstah bir ifadeyle “izin vermiyorum gidemezsin” dedi.
Bu söz üzerine ilerleyerek “senin böyle bir yetkin yok müdür bey ben gidiyorum” dedim.
Beş altı adım atmıştım ki arkamdan alaycı bir ifadeyle “hadi neyse git bakalım” dedi.
Bu alaycı ve küstah tavırdan çok rahatsız olmuştum.
Sanki bana lütufta bulunuyordu.
Bu kez geri dönerek; “sen git dediğin için gitmiyorum, sen benim camiye gidip gitmeyeceğime karışamazsın, bundan sonra Cuma namazlarına gideceğim, sen de engelle bakalım dedim.
Hayatımda mazeretsiz kılmadığım tek Cuma Namazı budur.
Elbette yaptığımın doğru olmadığını kabul ediyorum ama gençliğimin de verdiği heyecanla küstah müdüre bir ders vermek adına böyle bir davranışta bulunmuştum.
Şimdi Cuma günleri hiç kimsenin namaza gitmesine ya da gitmemesine karışılmıyor.
O günleri yaşamayanlar bu anlattıklarımı abartı zannetmesinler.
Yaşıtlarım doğrulayacaklardır, eksiği var fazlası yok ama inanın durum aynen böyleydi.
Bu olaydan sonra müdürün bir karşı hamlesini bekliyordum.
Gerçekten Allah korkusu yoktu ve son derece militan karakterli birisiydi.
Zaten yetiştirme yurdunu da çocukların beynini yıkamak ve militan devşirmek için kullanıyordu.
Yurdun bulunduğu semt aşırı solun kurtarılmış bölgesi olduğu için içeriden kimse tepki veremiyordu.
Bana hiçbir şekilde mesleki çalışma yapma fırsatı vermiyor, beni yok sayıyor ama beni sorumlu tutarak ceza verilecek bir bahane bulmak için de fırsat kolluyordu.
Yurt çocuklarını kışkırtıyor ve bana karşı saygısızca davranmaya yönlendiriyordu.
Öyle ki o dönem kendisine bilgi getirmekle özel olarak görevlendirdiği bir yurt çocuğu bazı sabahlar çalışma odamın kapısına özellikle idrarını yapıyordu.
Söylediğim zaman bunların normal olduğunu yapacak bir şey olmadığını söylüyordu.
İstifa etmeyi düşündüğüm zamanlar oldu.
Ancak çocuğumun çok küçük olması, başka bir gelirimin bulunmaması nedeniyle hayatımı devam ettirebilmek için her türü tehlikeyi göze alarak çalışmaya devam ettim.
Ramazan ayının kaçıncı günü olduğunu hatırlamıyorum.
Yenimahalle Kaymakamlığı binasındaki hükümet tabipliğinde çocuğum için gerekli ilaçları yazdırdıktan sonra ara sokaktan geçerek ana cadde üzerindeki yetiştirme yurduna doğru ilerlerken önümü kesen dört kişi kimlik göstermemi isteyince, sivil polis oldukları düşüncesiyle o zaman öğrencisi olduğum Hukuk Fakültesi kimliğini gösterdim.
Kimliğime bakar bakmaz sanki ismim kendilerine verilmiş gibi ikisi hemen kollarımı arkaya kıvırıp diğer ikisi tekme ve yumruklarla vurmaya başladılar.
Bu arada içlerinden biri gözlüğümün üzerine gelecek şekilde bir yumruk atmıştı ki birden “ah anam yandım” diye bağırmaya başlayınca diğer ikisi ellerimi bıraktılar.
Onlar şaşkınlık içinde ne olduğunu anlamaya çalışırlarken ellerinden kurtularak bütün gücümle kaçmaya başladım.
Ana caddeye çıkabilirsem kurtulacağımı düşünüyordum.
Koşarken arkamdan silahla ateş edilir düşüncesiyle zikzaklar çiziyordum.
Silah atılmadı ve ben can havliyle koşarak ana caddeye çıktım.
Arkamdan gelmemeleri benim için büyük bir şans olmuştu.
Caddeye çıkınca gözümün üzerine doğru kanama olduğunu fark ettim.
Gözlüğümün kırılan metal çerçevesi sol kaşımın üzerine batmıştı ve oradan kan fışkırıyordu ama çok şükür gözlerimde bir sorun yoktu.
Allah’ın hikmeti, atılan yumrukla gözüme ve yüzüme hiçbir cam parçası gelmemiş ancak muhtemelen gözlüğün kırılan camları yumruk vuranın eline batınca o acıyla “ah anam yandım” diyerek bağırmaya başlamıştı.
Normalde gözlüğün üzerine atılan yumruk, kırılan cam parçalarının gözünüze batmasına neden olur.
Ama bu olayda kırılan gözlük camı parçalarının yumruğu vuranın eline batması tesadüfle açıklanamayacak kadar garipti.
Hemen ana cadde üzerindeki bir eczaneye girerek yardımcı olmalarını söyledim.
Ama eczacı; “başıma bela mı açacaksın?” diyerek beni eczaneden dışarı çıkardı.
Bana yardım ederse o mahallede terör estirenler tarafından muhtemelen eczanesinin bombalanmasından ve kendisinin de saldırıya uğramasından korkuyordu.
Bir yandan sol kaşımın üzerindeki kanamanın üzerine elimi bastırarak kan kaybını önlemeye çalışıyor bir yandan da yoldan geçenlerden yardım istiyordum.
Ancak kimse bana yardım etmedi.
İlginçtir, bir Allah’ın kulu da dönüp ne oldu? demedi..
En son ana caddenin ortasına dikilerek gelen bir taksiyi durdurdum ve beni Ulus’a (rahmetli kayınbiraderimin dükkanına) götürmesini söyledim.
Taksici hızla beni Ulus’a getirdi.
Kan içinde kalan elimle çıkarttığım paradan hakkını almasını söylediğimde “abi sen bu haldeyken ben parayı ne yapacağım” diyerek o günlerde pek kolay rastlanmayacak bir insanlık örneği göstermişti.
Israr ederek hakkı olan parayı almasını sağladım.
Dükkanına girdiğimde beni kanlar içinde görerek büyük bir şaşkınlık yaşayan (rahmetli) kayınbiraderime “tek gidersem belki ilgilenmezler” diyerek beni hemen Ankara Hastanesine götürmesini söyledim.
Ankara Hastanesi Acil Servisinde pansuman ve tedavimin ardından gözlük çerçeve metali paslı olabilir düşüncesiyle karnımdan tetanos iğnesi yaptılar.
Oruçlu idim ama ağzım öylesine kurumuştu ki artık yutkunamadığım için bir bardak su içmek zorunda kaldım.
Bir şey yemeden içmeden iftarı bekledim (elbette bu bir gün orucu daha sonra kaza ettim).
Ertesi gün karakola gidip ifade verdim, polisler faillerin bulunmasının çok zor olduğunu söylediler.
Beklendiği üzere hiçbir şey olmadı, ben yediğim dayakla kaldım.
Ama can güvenliğim kalmadığı için dönemin genel müdürüne ya beni buradan alırsınız ya da cenazeme çelenk gönderirsiniz diyerek gösterdiğim tepki sonucunda tayinimin Sağlık Müdürlüğü’ne yapılmasıyla bende acı bir hatırası olan kuruluştan ayrıldım.
Olaydan sonra, çalışanların ifadesiyle “korkudan” birkaç gün kuruluşa gelemeyen müdürün ismimi vermiş olabileceğinden şüphelendiğimi ifadem de söylediysem de bir sonuç çıkmadı.
O günlerde kimse emniyete ve yargıya güvenmediği için “kendiliğinden hak alma” ya da hakkını hukuki yollara başvurmadan zor kullanarak almak” olarak tanımlanan “ihkak-ı hak” uygulaması çok yaygındı.
Ancak böyle durumlarda verilecek ani ve duygusal kararların çok yanlış sonuçlar doğurabileceğini biliyordum.
Bu nedenle yakın çevremin müdüre karşı fevri bir hareket yapmalarını önleyerek hukuk dışı bir işleme sebebiyet vermedim.
Bu saldırı nedeniyle can güvenliğim olmadığı için Hukuk Fakültesindeki sınavlara da gidemedim.
Sonrasında 12 Eylül darbesi yapıldı.
Sağı sola, solu sağa kırdırmanın bir proje olduğunu, ABD’nin “our boys” diye niteliği beslemeleri tarafından yapılacak darbeye zemin hazırlamak için karşılıklı cinayetlerin işlendiğini ve toplumun terörle hizaya getirildiğini öğrendik.
Vatanı kurtarmak, bağımsız Türkiye ve milliyetçi Türkiye adına binlerce genç mezara girdi.
Binlercesi en güzel yıllarını hapislerde geçirdi.
Çoğu sakat kaldı, iş bulamadı.
Yuvalar yıkıldı, aileler dağıldı.
Aylar sonra haberleri izlerken gözümün üzerine yumruk atıp “ah anam yandım” diyen ve yüz ifadesini hiç unutmadığım militanın azılı bir sol terör örgütü üyesi olduğunu ve idamla yargılandığını öğrendim.
Rabbimin lütfuyla ölümden döndüğüm ya da gözlerimi kaybetmekten kurtulduğum 1980 yılı Ramazan anımı, beş dakika internet kesilince dünyanın sonunun geldiğini zannederek depresyona giren, zorluk yaşamadıkları için hemen ümitsizliğe kapılan yeni nesle içinde bulundukları huzur ortamının kıymetini bilmeleri için paylaşarak kayda geçirmek istedim.
Uluslararası firmanın bir ilacı böyle umutlar tüketilerek ifade edilmemeliydi.
Bir önceki yazımızda; Prof. Dr. Ercüment OVALI’nın yürütmekte olduğu aşı ve ilaç çalışmaları ile ilgili olarak "Sadece bir ay içinde tüm dünya çalışmalarımızla nereye vardığımızı 23 Nisan'da görecek" Çocuklarım, kahramanlarım çok yoruldular 6 ayda dünya ne yaptı; onlar, onca soruna rağmen 4 haftada neler yapabildiler. “23 nisanda 100. Yılımızda açıklayacağız” müjdesi verdiğini yazmıştık.
Ancak Sayın Ovalı; tüm dünyanın bir ay içinde çalışmalarının nereye vardığını görecek diye çok iddialı bir ifade kullanmasına rağmen, 23 Nisan’ı da beklemeden Türkiye’de ruhsatlı bir ilacın Korona virüs tedavisinde kullanılabileceğini söylemek suretiyle büyük bir hayal kırıklığı yarattı.
Ovalı, açıklamasıyla başlayan tartışmanın ilk sözlerinin "yanlış anlaşılmasının kendisini üzdüğünü" aktararak, "Biz ilacın firma ve marka ismi vermemek için farmakolojik ismini kullandık. Amacımız molekülü biz bulduk demek değildi. Bizim acilen test edilmesini istediğimiz ve öngördüğümüz şey, bu ilacın Covid-19 hastalığı tedavi sürecinde yararlı olabileceği idi. Özetle biz bir ilaç bulmadık, biz bir ilacın Covid-19 tedavisinde kullanılabileceğini öngördük, ayrıca bugünlerde dünyada başka araştırmacıların da benzer düşünceleri olduğu görülmektedir" diyerek yarattığı hayal kırıklığının üzerine tüy dikti.
Sağlık Bakanı Sayın Fahrettin KOCA, Ovalı'nın açıklamalarıyla ilgili olarak; "Sözü edilen ilaç uluslararası bir ilaç firmasının patentli ilacı ve Türkiye'de ruhsatlı bir ilaç bu akciğerde tıkaç olan hastalara uygulanan ve bunda fayda görülen bir ilaç. Burada COVİD-19'la ilgili, bu ilacın faydalı olduğuna dair laboratuvar ve klinik çalışmaların da başladığını da biliyoruz. Biz Türkiye'de hem aşı hem de tedaviyle ilgili, COVİD-19'a özel, tüm çalışma yapan üniversite ve kurumlara çağrıda bulunduk.”
"Bununla ilgili ilgili merkeze de 23 Mart'ta 'Aşı ve tedavi ile ilgili herhangi bir çalışmanız varsa bunu projelendirip bize başvurun.' dedik. Oradan bize başvuru gelmedi. Dünyada araştırmanın nasıl yapılacağı bellidir. Sosyal medya üzerinden insanların umudu ile oynanamaz.
"İnsanlığa faydalı çalışma yapan herkes bizim için kıymetlidir. Araştırma ve çalışmaların nasıl yapıldığı da çok iyi bilinir. Klinik araştırma için 23 Mart'ta bizim çağrımıza cevap verilebilirdi, klinik araştırma yapılır ve devamında da ne yapılırsa yapılırdı. İlaç ve aşı işi hem milli hem stratejik bir iştir. Sosyal medya üzerinden yapılmaz. Uluslararası firmanın bir ilacı böyle umutlar tüketilerek ifade edilemez." dedi
Sonuç olarak; büyük bir buluş diyerek topluma umut veren Sayın Ovalı’nın, patentli ve ülkemizde halen akciğerde tıkaç olan hastalara uygulanan ve fayda görülen bir ilacı önermesi bilim adamı kimliğine yakışmayacak bir ciddiyetsizlik olmuştur.
Sayın Ovalı kendisine bağlanan umutları ve verilen krediyi bu kadar ucuz ve kolay harcamamalıydı.
Yorumsuz….
16 Temmuz 2019: “(Şehir hastaneleri) Bunların paralarını siz ve sizden sonra torunlarınız ödeyecek. Hadi sen oy verdin, torunlarına bu yükü getiriyorsun. Hangi gerekçeyle bu yükü getiriyorsun? Bunun sorulması lazım" .
19 Kasım 2019- "Daha önce bu şehir hastanelerini ben, arkadaşlarım hepimiz eleştirdik, 'Yanlış yapıyorsunuz' dedik, 'Bu şehir hastaneleri bütçeye büyük yük getirecek' dedik"
12 Nisan 2020: Sunucu; "Şehir hastanelerin lüzumsuz yatırım olduğunu demiştiniz. Şehir hastanelerine bu kadar hasta garantisi verilmesi dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir şey, gereksizdi demiştiniz. Sosyal medyada 'hangi gereksizdi' diyorlar. Bundan ötürü sizi vizyonsuz, öngörüsüz olmakla suçluyorlar. Özellikle şehir hastaneleri konusunda vizyonsuz ve öngörüsüz müsünüz?"
Cevap;
'Şehir hastaneleri niçin yapıldı?' diye eleştirmedim. Şehir hastaneleri yaptılar gayet güzel. İtirazım yok ki. Hastane niye yaptınız. Hiç itirazım olmaz."
Ve biz buna siyaset(!) diyoruz..
Sayın Sağlık Bakanımızdan küçük bir rica..
Sayın Bakanım her gün Covid 19 ile ilgili rakamları tek tek açıklayarak bizi bilgilendiriyorsunuz.
Süreci başarıyla yürüttüğünüz ve titizliğiniz için teşekkür ederiz.
Lütfen, teşhisinin çok kolay, tedavisinin çok zor olduğunu bildiğimiz oral diyare vak’aları ile ilgili rakamları ve alınan önlemleri de açıklar mısınız?