Gerek 23 Aralık’ta 12 askerimizin, gerekse 12 Ocak’ta 9 askerimizin şehit edildiği, ancak şehit ve yaralı vermeden püskürtülen yüzlerce sızma girişimlerinin temel amacı; ABD ve İsrail’in birlikte yazdıkları senaryonun CENTCOM komutasında ve PKK/YPG/PYD’nin taşeronluğu ile uygulamaya konularak Türkiye’yi Pençe-Kilit operasyonu bölgesinden çekilmeye zorlamaktır.
Metina, Zap, Avaşin-Basyan bölgeleri Pençe-Kilit Operasyonlarından önce ABD/İsrail’in kontrolünde iken, ellerini kollarını sallayarak sınırı geçen teröristler, işlerini bitirdikten sonra geldikleri yoldan yine ellerini kollarını sallayarak geri dönüyorlar, eylemlerin ardından yapılan hava harekâtlarından da etkili bir sonuç alınamıyordu.
Zaten ABD maşası Fetöcü subaylarında teröristleri bombalamak gibi bir dertleri yoktu.
İş yapmış gibi görünmek için dağları taşları bombalayıp geliyorlardı.
Üniformalarını ABD uşaklığı için kullanan hainlerin 15 Temmuz’dan sonra temizlenmesinin ardından gerçek kimliğine kavuşan Türk Silahlı Kuvvetlerinin hem Irak’ın ve hem de Suriye’nin Kuzeyinde üsler ve güvenli bölgeler oluşturarak ABD’nin kurmak istediği “terör devletine” engel olmasıyla sınırdan sızmalar ve yurt içinde yapmayı planladıkları eylemlerin önüne geçilerek terör, kaynağında yok edilmeye çalışıldı.
Bu kararlı tavır nedeniyle bölge üzerindeki planlarını gerçekleştiremeyen ABD/İsrail ve bazı AB ülkeleri; Türkiye’nin Filistin konusundaki hassasiyetini kırmak, bölgedeki etkinliğini azaltmak, sınırlarını korumada zafiyet algısı oluşturarak içimizdeki işbirlikçi/besleme/eziklere seçim öncesinde “orada ne işimiz var?” diye tepe tepe kullanabilecekleri bir malzeme vermek ve hepsinden önemlisi bir zamanlar yolgeçen hanı gibi kullandıkları bölgeyi kontrolü altında bulunduran Türkiye’yi geri çekilmeye zorlamak için mevsim ve iklim şartlarının en ağır olduğu bu günlerde hepsi de öldürülen “mayın eşeklerini” üzerimize salarak yıpratma savaşı başlatmaya kalktılar.
Yurt içinde bitme noktasına gelen PKK (her ne kadar Anayasa Mahkemesinin bir türlü kapatma kararı veremediği siyasal uzantıları sayesinde yaşıyor gibi görünüyorsa da) ABD ve işbirlikçilerinin olağanüstü finans, silah, teçhizat, mühimmat ve malzeme desteğiyle Kuzey Irak’ta ve Kuzey Suriye’de Türkiye’ye karşı bir tehdit unsuru olarak yaşatılmaya çalışılarak Türkiye’nin enerjisini terör örgütüne yönlendirerek bölgesel etkinliğinin ve ABD’ne direncinin kırılması hesaplanmaktadır.
Bu gerçeğe rağmen ne yazık ki; “sınırda başkası olacağına PYD olsun”, “PYD bir terör örgütü değildir” diyerek yollarına kırmızı halı serdikleri terör örgütünün siyasi uzantısı ile şeffaf bir şekilde “Türkiye’nin önemli meseleleri hakkında görüş alışverişinde bulunduklarını söyleyenler” ne kadar aksini iddia etseler de terör örgütünün ekmeğine yağ sürmektedirler.
Sözde müttefik özde düşman ABD’nin; Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de kurmaya çalıştığı “Teröristan” devleti için bir yandan eğitip donattığı ve maşın eşeği olarak kullandığı teröristleri Beyaz Sarayda ağırlayıp madalya verirken, diğer yandan elleri kanlı beslemelerinin şehit ettiği Mehmetçiklerimiz için taziye mesajı yayınlaması mide bulandıran ve şehitlerimizin ruhlarını inciten utanç verici bir ikiyüzlülüktür.
Oturdukları rahat koltuklarında Türkiye’nin bu üslerde ne işi var? diye soranların, Türkiye’nin o üslerde varlığı ve Mehmetçiğimizin fedakârlığı sayesinde huzur içinde yaşadıklarını unutarak hainlerin değirmenine su taşımaları gerçekten ibretlik bir ihanet örneğidir.
Türkiye’nin stratejik kararlılık kararlılığından en çok ABD, beslemeleri olan terör örgütleri ve içimizdeki işbirlikçilerinin rahatsız olması “orada bulunmamızın” ne kadar doğru ve isabetli olduğunu göstermektedir.
Artık karşılarında üniformalı ve cüppeli beslemeleri eliyle istediği gibi yönettiği ve ayar verdikleri bir Türkiye olmaması ABD ve işbirlikçilerini deli etmektedir.
Dolmabahçe Çalışma Ofisi'nde gerçekleştirilen güvenlik toplantısı sonrası İletişim Başkanlığı tarafından yapılan açıklamada yer alan; “Terör örgütü, Suriye ve Irak sahasında köşeye sıkıştıkça, örgütü yeniden palazlandırma, yeniden canlandırma girişimleri de hız kazanmıştır. Son dönemde hudutlarımız dışında görev yapan birliklerimize yönelik artan terör eylemleri, örgütü semirtme senaryolarının sinsi birer parçasıdır. Türkiye, hangi bahaneyle ve sebeple olursa olsun güney sınırları boyunca bir “teröristan” kurulmasına kesinlikle izin vermeyecektir. Meşru müdafaa hakkımız ve ikili anlaşmalar çerçevesinde, nerede bir terör tehdidi, kampı, sığınağı, oluşumu veya kümelenmesi varsa arkasında kim olduğuna bakmadan, kalıcı olarak imha etmek temel önceliğimizdir.” Vurgusu Türkiye’nin kararlılığını ve bundan böyle sadece piyonların değil onların iplerin ellerinde tutan ağalarının da hedef olacağını göstermektedir.
Terör örgütünün arkasında ABD, İsrail ve AB Ülkeleri olduğuna göre bu mesaj doğrudan onlaradır.
Evet, ABD terör devletinin ve işbirlikçilerinin ikiyüzlü gösterilerine ve maskeli baloya artık bir son vermek zamanı gelmiştir.
Elbette her şeyin farkında olan devletimiz neler yapılacağını da planlamıştır ve muhtemelen zamanını beklemektedir ama öncelikle dalga geçer gibi yayınladıkları taziye mesajlarının, asıl katilin ABD olduğu ilan edilerek reddedilmesi hem milletimizin yüreğini soğutacak ve hem de şehitlerimizin ruhlarını şad edecektir.
İsimlerinin önünde prof. olanların iftira ve hakaretleri “ifade özgürlüğü” müdür?
Aşağıda okuyacağınız ifadeler profesör (!) Emrah Sefa Gürkan ait.
“Osmanlılar çok böyle şey, nasıl diyeyim sonradan görme bu dünyada. Yıldırım Bayezid sultan unvanını kullanmış. Adam (Emir Timur) diyor ki, ben han unvanını kullanmıyorum, sen kimsin. Sultan unvanını kullanamazsın, Cengiz’i olman lazım. Yok öyle bir şey. At hırsızı hepsi. Sonradan uydurulmuş şeyler bunlar.
Osmanlılar hakikaten Moğolların önünden kaçanlar, en son durakta buluşmuşlar. Yani Beylikdüzü’nde buluşan insanlar gibi düşün Osmanlıları. Orası abi Beylikdüzü’nde üst geçide sıkışan insanlar var ya, Söğüt’ün durumu da o.”
Muhtemelen kendi atalarının sonradan görme ve at hırsızı olmasından aldığı ilhamla Osmanlıyı aşağılamaya çalışan bir zatın profesör unvanı taşıması bu ülkede kronik bir “öğrenilmiş cehalet” sorunu olduğunu göstermektedir.
Aralarında yabancı bilim adamları tarafından da yazılmış binlerce bilimsel eser ve belgeye dayalı tarihi gerçek varken bir profesör atalarını neden bu kadar aşağılar?
Sınırda zekâsı olan herkesin kolaylıkla ulaşabileceği bilgilere göre; Batı Anadolu’nun kuzeyinde bir Türkmen beyliği olarak ortaya çıkıp üç kıtaya yayılan ve kurucusunun adıyla anılan Osmanlığı İmparatorluğu, 1299-1923 yılları arasında varlığını sürdürmüş bir Türk devleti olup, 16. yüzyıla doğru dünyanın en güçlü imparatorluğu haline gelmiş ve 624 yıl boyunca doğu ve batı dünyası arasında bir köprü işlevi görmüştür.
Osmanlı tarihi ile ilgili yüzlerce kaynakta yer alan gerçek bilgiler bu profesörün cehaletini tartışmasız bir şekilde ortayla koymaktadır
Hadi Prof. Dr. Halil İnalcık’ın devasa eseri Devlet-i Aliyye, Halil İnalcık’ın da öğrencisi olan İlber Ortaylı’nın “Türklerin Altın Çağı”, Yılmaz Öztuna’nın “Osmanlı Tarihi”, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın, “Osmanlı İmparatorluğu”, İsmail Hami Danişmend’in, “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi”, Ahmet Cevdet Paşa’nın “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”, Aşıkpaşazade’nin “Tevarih-i Al-i Osman”, Barış Ünlü’nün “Bir Dünya İmparatorluğunun Soykütüğü” gibi her biri diğerinden değerli kitaplarını bir yana bırakalım; Ernst Werner’in “Büyük Bir Devletin Doğuşu Osmanlılar”, Joseph Von Hammer’in “Osmanlı Tarihi”, Lord Kinross’un “Osmanlı İmparatorluğunun Yükselişi ve Çöküşü, Roderic H. Davison’un’un “Osmanlı-Türk Tarihi” gibi çok değerli eserleri “sonradan görme at hırsızları” için yazılmış sıradan kitaplar mıdır?
“Osmanlı medeniyetinin temelinde yatan esas unsur, güçlü bir iman, sağlam bir inanç ve ahlâk nizamıdır. Ahlâk anlayışının esası Hz. Peygamber’in güzel ahlâkıdır. Hz. Peygamber’in hareket, tavır, davranış ve sözleri her Müslüman için bir örnek teşkil etmiştir. Ayrıca İslam inanç ve imanı Türk insanına kendine güven duygusu vermiş, İslam’ın dışındaki hiçbir unsura kıymet atfedilmemiştir.
Osmanlı insanı bu dünyayı fâni bulan, fâni bulduğu için de ona metelik vermeyen, serâzâd ve kimseye minnet etmeyen bir özelliğe sahiptir.
Osmanlı idaresinin temel prensibinin her toplumun inanç ve değerlerine saygı göstermek ve devlet düzenine zarar vermediği müddetçe diledikleri gibi örf ve âdetlerini yaşamaları konusunda müsamaha göstermek olduğu görülür.” (Kaynak; Prof Dr. Mehmet Ali Ünal/Osmanlı Devri Tür Kültür ve medeniyetinin Temel Özellikleri/Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları/Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 54-59).
Osmanlı Medeniyeti ile ilgili gerçeklere bakıldığında, müfteri profesör ve onun zihniyetinde olanları rahatsız eden temel meselenin; “Osmanlı Devletinin İslamiyet’i bir ideoloji olarak benimsemesi” olduğu anlaşılmaktadır.
Osmanlı medeniyetinin temelinde yatan esas unsurun güçlü bir iman, sağlam bir inanç ve ahlâk nizamı olması, ahlâk anlayışının esası Hz. Peygamber’in güzel ahlâkı olmasının kimleri neden rahatsız ettiğini biliyoruz.
Bilinçaltında yatan, İslam’a ve onun değerlerine karşı tahammülsüzlük; o değerlere sahip çıkan ya da o değerlerle anılan kurumlara, sosyal yapılara ve kişilere karşı nefret ve aşağılama söylemleriyle kendisini belli etmektedir ki bu tipik bir savunma mekanizması olan psikolojik yansıtmadır.
Psikolojik yansıtma, kişinin genellikle kendisiyle ilgili olumsuz ve kabul edilemez duygularını, dürtülerini veya özelliklerini başka bir kişiye, canlıya, nesneye veya gruba aktarmasını içeren bir savunma mekanizmasıdır. "Psikanalizin kurucusu" olarak anılan Sigmund Freud tarafından ileri sürülen bu mekanizma, bir insanın "içinde" olan biten süreçlerin sanki "dışarıdan" gelen bir etki ışığında gerçekleştiğini sanmayla ilişkilendirilmektedir.
Bu açıdan bakıldığında adı geçen profesörün neden Osmanlıyı aşağıladığını daha kolay anlayabiliriz.
Peki, geçmişimize bu kadar pervasızca hakaret edenlere hukuk içinde bir yaptırımı olmayacak mıdır?
Bırakın diğerlerini, bir çağı kapatıp bir çağı açan ve Peygamberimizin (sav) müjdesine nail olan Fatih Sultan Mehmet’e “at hırsızı/sonradan görme” iftirası atılmasına sessiz mi kalacağız?
İsimlerinin önünde prof. olanların iftira ve hakaretleri “ifade özgürlüğü” mü oluyor?
Anayasa Mahkemesi neden ve neyi bekliyor?
Yargıtay Başsavcısı Sayın Bekir Şahin tarafından 7 Haziran 2021'de HDP'nin kapatılması istemiyle AYM'de açılan davada, İddianame Genel Kurulunda 21 Haziran 2021'de oy birliğiyle kabul edilen ve önünde başka kapatma davası olmadığı halde karara bağlamayıp, sürekli erteleyen ve seçime girmeyen HDP’ye hazine yardımı yapılmasına karar veren Anayasa Mahkemesi; YSP ile ittifak yapan TİP listesinden milletvekili adayı yaptırılan gezi mahkûmu Can Atalay’ın dosyasını 129 bin dosyanın önüne çekip iki haftada karara bağlarken gösterdiği hızı HDP davasında gösteremiyor.
Bireysel başvurularla ilgili olarak yetkisini aşarak kendisini diğer yargı organlarının üzerinde gören AYM; Anayasayı çiğneyerek Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldırmaya ve bölmeye yönelik fiil ve eylemleri dosyalara sığmayan partinin kapatılmasına ilişkin davada karar vermek için daha neyi beklemektedir?
AYM Başkanının görev süresi 17 Nisan 2024’te sona ereceğine göre Sayın başkan HDP ile ilgili kararın kendi görev süresi dolduktan sonra verilmesini mi istiyor?