Askerlik görevimi yedek subay olarak Ordu’nun Akkuş İlçesi’nde Askerlik Şubesi Başkanı olarak yaptım. 1978 yılının 27 Mayıs’ı Cumartesi gününe rastladığından ikamet ettiğim Askerlik Şubesi binasında sabah biraz geç kalkarak kahvaltı hazırlamakla meşgulken nöbetçi er içeri girerek belediye başkanı ile kaymakamın benimle görüşmek istediklerini söyledi.
Çok şaşırmıştım, tatil günü ilçenin iki önemli yöneticisi benimle ne görüşeceklerdi?
Kapıya çıkarak kaymakamla belediye başkanını odama aldım ve “hayırdır tatil günü sizi şubeye getirecek kadar önemli bir olay mı var?” diye sordum.
İkisi birden “komutanım bugün 27 Mayıs” dediler.
Tamam, biliyorum 27 Mayıs ne olmuş? Diye sorduğumda, yine ikisi birden; “komutanım bugün 27 Mayıs Anayasa ve Hürriyet Bayramı” dediler.
“Bana ne 27 Mayıs’tan, ben böyle bir bayramı kabul etmiyorum ve kutlamıyorum” deyince kaymakam; “komutanım kabul etmeseniz de ilçemizde en yüksek rütbeli asker siz olduğunuzdan 27 Mayıs bayramı sizin himayeniz ve tören programınızla kutlanmak zorunda, eğer kutlama yapmazsak sizin de bizim de başımız derde girebilir” dedi.
“Madem komutan benim, ben kutlamıyorum, siz istiyorsanız tören yapabilirsiniz,” dediğimde bu kez belediye başkanı (rahmetli Azmi Sevindik çok sevilen ve değerli bir yerel yönetici idi) “komutanım biz de sizin gibi düşünüyoruz ama birileri şikâyet edebilir, soruşturmalar açılabilir, isterseniz birlikte Kaymakamlığa gidelim, orada biraz oturur çay kahve içeriz, sorulduğunda da kutlamayı kaymakamlıkta yaptık deriz, biz de zor durumda kalmayız” deyince tekliflerini kabul ettim.
Birlikte Kaymakamlığa geçtik bir süre oturarak çay kahve içip sohbet ettikten sonra şubeye döndüm. Kaymakam ve Belediye başkanı ile aynı fikirde olduğumuz o sene Akkuş’ta 27 Mayıs bayram olarak kutlanmadı.
Muhtemelen ilçe halkı da 27 Mayıs’ı bayram olarak görmediği içi herhangi bir şikâyet olmadı, başımız da derde girmedi.
Cumhuriyet gazetesi imtiyaz sahibi Cumhuriyet Vakfı Başkanı Alev Coşkun’un, gazetenin 27/05/2024 tarihli nüshasının 4. Sayfasında yer alan “27 Mayıs Devrimi ve 1961 Anayasası” başlıklı yazısında darbeye övgüler düzmesi üzerine yukarıdaki anımı hatırladım.
Alev Coşkun yazısında 27 Mayıs darbesini 1961 Anayasası üzerinden meşrulaştırmaya çalışarak şunları ifade etmiş.
“27 Mayıs 1960 hareketi, diğer askeri darbelerle karıştırılmamalıdır. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri emir komuta zinciri içinde üst düzey komutanlar tarafından ve NATO’nun destekleriyle gerçekleştirildi. 12 Mart ve 12 Eylül, temelde 27 Mayıs 1960’ın yarattığı 1961 Anayasası’na karşı yapılmıştır. 12 Mart “tutucu” (muhafazakâr), 12 Eylül ise kararları ve sonuçları bakımından “karşıdevrimci” bir askeri harekettir.
Sendikalar, üniversiteler, emekçiler ve özellikle gençlik tarafından yüksek oranlarda desteklenmiştir. 27 Mayıs 1960 hareketi, seçimle bir kurucu Meclis oluşturmuştur.
Bu Meclis’te sendikalar, kooperatifler, yüksek yargı organları, odalar, barolar ve kendi aralarında seçtikleri üyelerle temsil edilmişlerdir.
1961 Anayasası, Türk toplumunun 200 yılı aşan uygarlaşma hareketinin; çağdaşlaşma, demokratikleşme ve hukuka bağlılık açısından doruklarından birisidir.
1961 Anayasası, kurucu Meclis’ten sonra halkoylamasına sunulmuş ve halkoylamasıyla kabul edilmiştir. Bütün dünyada, uluslararası kuruluşlarda, 1961 Anayasası’nın ilerici, hukuk devletine ve demokrasiye bağlı olduğu kabul edilmiştir.”
Mesele halkoyu ile kabul edilmekten ibaret ise 1982 darbe Anayasası da % 91,37 gibi ezici bir çoğunlukla kabul edildi.
Genelkurmayın kapısına dayanıp ne zaman darbe yapacaksınız diye yalvaran sendikalar, hukukçular, akademisyenler, sivil toplum örgütleri ve basın 82 Anayasasına destek verdikleri için darbe meşru, darbeciler masum mu oluyor?
Atilla İlhan’ın ifadesiyle; “Türkiye’nin yüzde onluk hain kontenjanı içinde yar alan batının manevi ajanları” için 27 Mayıs; bayram olarak kutlanacak kadar büyük bir devrimdir. Ancak milletin gözünde 27 Mayıs; seçimle gelen meşru hükümeti deviren, yargıyı kirli emellerine ulaşmak için araç olarak kullanan, üç vatan evladını idam edecek yüzlercesini mağdur edecek kadar derin bir kin ve nefret sahibi cuntacıların hak, hukuk ve adaleti yerlerde süründürdükleri tarihe kara bir leke olarak yazılan hain bir darbedir.
****
Seçimle gelmiş Demokrat Parti hükümeti ile Başbakan Adnan Menderes’e karşı 27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan Türkiye Cumhuriyetinin ilk askeri darbesi emir komuta zinciri dahilinde değil, 37 düşük rütbeli subayın katılımıyla icra edilmiştir. Kritik mevziler bu subayların ellerindeki asker ve silahlarla önce ordudaki komuta kademesinin etkisiz hale getirilmesi ile ele geçirilmiştir. Sonra cumhurbaşkanı ve hükümet üyeleri tutuklanarak, hükümet; 235 general ve 3500 civarında subay (daha çok albay, yarbay, binbaşı) emekliye sevk edilerek, ordu; 1402 üniversite öğretim görevlisi görevden alınarak ve bazı üniversiteler kapatılıp el konularak, üniversiteler; 520 hâkim ve yargıç görevden alınarak, yargı kontrol altına alınmıştır.
Darbeden sonra darbeyi planlayan ve icra eden 37 düşük rütbeli subay ve Emekli Orgeneral, Cemal Gürsel’in oluşturduğu Millî Birlik Komitesi ülke yönetimini üstlendi
MBK yani cuntanın evrensel hukuk kurallarını çiğneyerek Marmara Denizindeki Yassıada’da kurduğu düzmece mahkemede; başta Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes olmak üzere, Demokrat Parti Hükümetinin bakanları, milletvekilleri ve onlarla birlikte hareket ettikleri kabul edilen çeşitli idari kademelerdeki bürokratların yargılandığı davada 15 Eylül 1961'de açıklanan kararla 592 sanıktan 123'ü beraat etti. 5'i hakkında açılan dava düştü. 15'i idam, 31'i müebbet hapis cezasına çarptırılırken kalan 418 sanık hakkında muhtelif hapis cezaları verildi.
Celâl Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Emin Kalafat, Agah Erozan, Ahmet Hamdi Sancar, Bahadır Dülger, Baha Akşit, İbrahim Kirazoğlu, Nusret Kirişçioğlu, Zeki Erataman, Osman Kavrakoğlu ve Rüştü Erdelhun haklarında idam cezası verildi ancak Milli Birlik Komitesi MBK (38 kişilik askeri cunta) 15 idam cezasından Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan ile ilgili olanları onayladı. Celâl Bayar'ın cezası, 65 yaşının üstünde bulunması sebebiyle müebbet hapis cezasına çevrildi Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilerek darbecilerin ellerini ovuşturarak bekledikleri idam isbtekleri karşılanmış oldu.
“Kural olarak hiç kimse işlediği zaman kanunda suç olarak tanımlanmamış bir fiilden dolayı cezalandırılamaz, fiilin işlenmesinden sonra daha ağır ceza içeren bir kanun değişikliğinde kişinin lehine olan kanun tatbik edilir. Ayrıca bir suç isnadıyla karşılaşan herkes adil yargılanma hakkına sahiptir.
Evrensel kabul gören ve insan hakları üzerine hazırlanmış bütün uluslararası sözleşmelerde yer bulan bu kurallar 27 Mayıs 1960 tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 1’inci ve 2’nci maddelerinde de yer almaktaydı. Buna rağmen Yassıada yargılamalarında kurulan özel yetkili mahkemelerde başta masumiyet karinesi ve suçta ve cezada kanunilik ilkesi olmak üzere evrensel hukuk ilkeleri ile kanunların amir hükmü sanıklar aleyhine ihlal edilmiştir. Daha da vahimi, bu ihlallerin sözde gerekçeleri, dönemin meşhur hukukçuları tarafından üretilmiştir.” (Kaynak; 27 Mayıs 1960 Tarihinde Yürürlükte Olan Ceza Mevzuatımız ve Evrensel Hukuk Bağlamında Yassıada Yargılamaları/Ahmet Gökcen Ertuğrul Ünal/ Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi/ Yıl 2022, Cilt: 28 Sayı: 1, 129 - 169, 30.06.2022)
Yukarıda ifade edildiği üzere Milli Birlik Komitesi, 12 Haziran 1960 tarihli ve 1 sayılı Kanun’la belirli kişiler hakkında yargı yetkisi kullanmak üzere Yüksek Adalet Divanı’nı ve Yüksek Soruşturma Kurulu’nu kurmakla kalmamış, bu kanunu geçmişe yürüterek 27 Mayıs 1960 tarihinden geçerli olacak şekilde yürürlüğe girmesini sağlamıştır.
Yassıada'daki mahkemenin cuntanın emir ve talimatlarına göre karar veren göstermelik bir mahkeme olduğunun en önemli kanıtı, duruşmalarından birinde Adnan Menderes’in, tutukluluk şartlarına itiraz etmesi üzerine, mahkeme reisi Salim Başol’un tarihe kara bir leke ve acı bir ibret vesikası olarak geçecek şu sözleridir.
"Sizi buraya tıkan kuvvet ( yani cunta) böyle istiyor."
Kim ne yazarsa yazsın ne söylerse söylesin tarih 27 Mayıs’ı, demokrasiye ve halkın iradesine tahammülü olmayan zorbaların gerçekleştirdiği kanlı ve kirli bir darbe olarak kaydetmiştir.
27 Mayıs için yapılan devrim güzellemeleri bu gerçeği değiştirmez.
Kurucusu Yunus Nadi Mayıs 1924 tarihinde yayınlanan ilk sayısında amaçlarını; “Cumhuriyet yalnız Cumhuriyet'in, bilimsel ve yaygın anlatımıyla demokrasinin savunucusudur. Cumhuriyet, demokrasi fikir ve esaslarını yıkmaya çalışan her kuvvete karşı mücadele edecektir. Ülkemizde her anlamıyla gerçek bir demokrasi kurulması için bütün varlığı ile çalışmak” olarak belirtse de Cumhuriyet Vakfı Başkanı Mehmet Alev Coşkun’un 27 Mayıs darbesine övgüler düzülen yazısı amaçlarının laftan ibaret olduğunu göstermektedir.
Yayın ilkelerinin 2/4 maddesinde; “Cumhuriyet gazetesi ve yayınlarında gerçeklerin saptırılmamasına, abartılmamasına, sansürlenmemesine baskı ve çıkar gruplarının etkisi altında kalınmamasına özen gösterilir” ifadeleri yer almasına rağmen 27 Mayıs ile ilgili gerçeklerin saptırılması ve örtülmeye çalışılması da yayın ilkelerinin bizzat kendileri tarafından çiğnendiğinin kanıtıdır.
“Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” şeklinde özetlenebilecek bir zorbalık, hukuksuzluk, zulüm ve utancın günümüzde üstelik adı Cumhuriyet olan bir gazetede devrim olarak savunulması en hafif tabirle demokrasiye saygısızlıktır.
TBMM de oy birliği ile kabul edilerek 1 Temmuz 2020 tarihinde yürürlüğe giren 23 Haziran 2020 tarihli ve 7248 sayılı Kanunla; 12 Haziran 1960 tarih ve 1 sayılı Kanun’un Yüksek Adalet Divanı ile Yüksek Soruşturma Kurulu’nu kuran ve onlara müsadere konusunda özel yetkiler veren iki hükmünü 27 Mayıs 1960 tarihinden geçerli olacak şekilde yürürlükten kaldırmak ve varlıklarını hukuki dayanaktan mahrum hale getirdiği Yüksek Adalet Divanı ile Yüksek Soruşturma Kurulu’nun işlem ve kararlarından mağdur olanlar veya onların mirasçıları için tazminat imkânı getirmek suretiyle Türk siyasi tarihinin en büyük utancının yok sayılması sağlansa da demokrasiyle ve halkın iradesine saygısı olmayan ABD beslemelerinin ellerine en küçük bir fırsat geçtiğinde darbeye kalkışacaklarını 15 Temmuz gecesi darbe şerefine(!) kadeh kaldıran müptezellerden biliyoruz.
Unutmayın, sü uyur darbeci uyumaz.
Saygısız akademisyen öğrencilerinden ve Çankırılılardan hangi yüzle saygı bekleyecek?..
Yazacağım konuyu belirlemek için internette haberleri tararken; “Çankırı Karatekin Üniversitesi'nde, ÇAKÜFEST etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen konferansta bağımsızlık ve egemenliğimizin sembolü olan İstiklal Marşı okunurken ayağa kalkmayan araştırma görevlisi M.Ç.’nin açığa alınarak hakkında soruşturma başlatıldığı” haberi dikkatimi çekti.
Akademik araştırmalarıyla, yetiştirdiği ve mezun ettiği öğrencilerinin başarılarıyla, yurt içi ve yurt dışı bilimsel yayın organlarında yayınlanan makaleleriyle gündeme gelmesi gereken Karatekin Üniversitesinin böyle bir haberle gündeme gelmesi elbette üzücü.
Çankırı da Karatekin Üniversitesi de ülkesinin milli marşına saygısı olmayan ve bu saygısızlığını pervasızca sergilemekten çekinmeyen bir araştırma görevlisini hak etmiyor.
Biz bu küstah tavrı DEM’lilerden ve türevlerinden biliyoruz. Parti olarak yapılan hiçbir etkinlikte istiklal marşı okunmuyor, Türk bayrağı bulundurulmuyor.
İstiklal Marşını ve Türk Bayrağını bölücü hedeflerine ulaşmalarına engel olarak görüyorlar.
Yerel yönetim seçimlerinden hemen sonra kazandıkları belediyelerde yapılan ilk icraatın Türk Bayrağının kaldırılması ve belediye meclisi toplantılarında İstiklal marşı okunurken ayağa kalkılmaması, bu küstah tavrın bilinçli bir davranış olduğunu gösteriyor.
Açığa alınan M.Ç. hakkında başlatıldığı belirtilen soruşturmanın sonucunu merakla bekliyoruz. Umarız soruşturma hızla tamamlanır ve bu saygısız araştırma görevlisi hakkında ciddi bir yaptırım uygulanır.
M.Ç. öğrencilerinden ve Çankırılılardan hangi yüzle saygı bekleyecek ve öğrencilerine böyle mi örnek olacak?
Hepsi bir yana, Karatekin Üniversitesi istiklal marşına saygısızlık yapanların kariyer yapacakları bir Üniversite, Çankırı da bu saygısızlığın pervasızca sergileneceği bir şehir mi?