Sayın Kılıçdaroğlu’nun "… ABD'ye gideceğim ama birilerinin dediği gibi icazet almak için değil… Bilim ve teknolojideki gelişmeleri görmek, bilim yapanlarla, teknoloji geliştirenlerle birlikte olmak için… Neo-liberal politikalara karşı çıkan, sosyal devleti savunanlarla birlikte olmak için…" gerekçesiyle açıkladığı ABD gezisi; ABD’de yaşayan Türk gazetecilerin alınmadığı basına kapalı görüşmeler yanı sıra, heyette yer alan partililer ve gazetecilere dahi haber verilmeden daha önceden alınmış uçak bileti de yakılarak gerçekleştirilen 8 saatlik sır dolu Boston-Washington karayolu seyahati ile söylenenden farklı bir amacın hedeflendiği eleştirilerine neden oldu.
Tüm ciddi devlet adamları yurt içi ve yurt dışı seyahatlerini günler öncesinden saat saat planlanarak gazetecilerle paylaşırken Kılıçdaroğlu’nun programını gizli tutması, New York ve Washington’da yerleşik olan Türk Gazetecilerin CHP liderinin katıldığı görüşme ve etkinliklere alınmaması haklı olarak “kimden ne saklanıyor?” sorusunu akla getirdi.
Kılıçdaroğlu, Erdoğan'ın ABD Başkanı Joe Biden ile NATO Zirvesi'nde ilk kez yüz yüze yaptığı görüşmede çevirmen olarak Kuala Lumpur Büyükelçisi ve eski Fazilet Partisi Milletvekili Merve Kavakçı'nın kızı Fatma Abushanab'ın tercüman olarak görevlendirilmesini; “Benim asıl eleştirdiğim nokta görüşmeye özel tercümanın girmesi. Ayrıca bildiğim kadarıyla ABD vatandaşı. Ben buna itiraz ettim. Bana yanıt olarak ‘Anadili gibi İngilizce biliyor’ diyorlar. Burada sorun İngilizce değil, İngilizce seviyesi değil. Neden bir Dışişleri mensubu girmiyor da ABD vatandaşı biri giriyor. Bildiğim kadarıyla Türk vatandaşı da değil. Bu olmaz. Ben buna itiraz ediyorum” diyerek eleştirmişti.
Ama Sayın Kılıçdaroğlu eleştirdiği davranışın daha beterini kendisi yaptı.
Uçak biletini de yakarak gerçekleştirdiği 8 saatlik Boston-Washington otoyolunda neler yaşandığının kendisi ve arabayı kullanan şoförden(!) başka kimse bilmiyor.(Elbette CIA’nın her şeyden haberi vardır ve muhtemelen bu işin açığa çıkmasında da parmağı vardır)
8 saatlik Boston-Washington Otoyolunda kimlerle neler konuşuldu? ABD’ne götürdükleri gazetecilere ve partililere dahi haber vermeyecek kadar gizli tutulan bu sır yolculukta neler yaşandı? Bilmiyoruz...
Basına kapalı görüşmelerde kimlere ne sözler verildi? Kimlerden hangi destekler istendi? Yapılan görüşmeler tutanağa bağlandı mı? Bunları da bilmiyoruz.
Halk TV yazarı Fikret Bila'ya konuşan Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın Biden’la görüşürken özel tercüman kullanmasının "Kendisi ve ailesiyle ilgili korku ve kaygı duymasından" kaynaklandığını savunmuştu.
O halde sekiz saatlik sır dolu karayolu seyahatini hem partilileri ve hem de götürdükleri gazetecilerden gizleyen, ABD’de yaptığı görüşmelere orada yaşayan gazetecileri dahi almayan Kılıçdaroğlu, acaba kimden ve neyin ortaya çıkmasından korktu?
Cumhurbaşkanı tercümanından neler görüşüldüğünü açıklamasını isteyeceklerini söyleyenler dürüst ve samimi iseler ABD’deki gizli görüşmelerde kimlerle nelerden söz edildiğini ve 8 saatlik esrarengiz yolculuğa neden gerek görüldüğünü açıklamalıdırlar.(Kaldı ki Sayın Cumhurbaşkanının tercümanının açıklamasına gerek yok. Kendisinden demokratik katkı bekledikleri bunak Biden nasıl olsa neler konuştuklarını söylemiştir.)
8 saatlik karayolu seyahatinin; Türken Vakfının binası önünde video çekmek ve hamburger yemek için gerçekleştirildiği iddiası bebelerin bile inanmayacakları bir masaldan ibarettir.
Duyulmasını istemedikleri şeyler var ki gizleme gereği duydular.
Boşuna yorulmasınlar gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi “kötü” bir özelliği vardır.
“Gerçeğin yaşandığı yer ABD ise” saklanması mümkün değildir.
Kaldı ki madem bir video çekildi, hamburger yendi böylesine masum bir uygulamadan seyahate katılan partililer ve götürdükleri gazeteciler neden mahrum edildiler?.
Hep birlikte çekecekleri bir video daha neşeli ve etkileyici olmaz mıydı?
Ekilen gazetecilerden Orhan Bursalı (Cumhuriyet) bakın ne diyor;
"Salı sabahı Bostan'dan ayrılıp havaalanına gittik. Uçağa binince önde sadece CHP milletvekilleri Faik Öztrak ve Yunus Emre oturuyordu. Kılıçdaroğlu yoktu. Ona ayrılmış koltuk da yoktu.
Aaa dedim kendime, Kılıçdaroğlu başka yerde! Nereye gitti acaba?
Sorduk soruşturduk, sıfır bilgi..."
Ne kadar ilginç değil mi? davet ettikleri gazetecilere bile güvenmiyorlar.
Ama o gazeteciler de “yahu bizi siz davet ettiniz, bizden neyi gizliyorsunuz, ayıp olmuyor mu?” Diye soramadılar.
Ülke yararına hiçbir getirisi olmayan bu garip ziyaret; “Türkiye’nin savaşta Ukrayna’nın yanında yer alması gerekir” açıklamasıyla, bütün dünyanın takdirini kazanan tarafsızlık politikasını sırf ABD’ye yaranmak için eleştiri konusu yapan bir zihniyetin düştüğü hazin tabloyu bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Hazindir, çünkü Ukrayna’nın yanında yer alanların çektikleri sıkıntıları görüyoruz, biliyoruz.
“Ukrayna’nın yanında yer almalıyız” demek ABD’nin yanında yer almalıyız demektir.
ABD’nin yanında yer almak ise PKK/PYD/YPG’nin ve Fetö’nün yanında yer almak demektir.
Şayet Ukrayna’nın yanında yer alsaydık şimdi Avrupa’nın yaşadığı “kışı nasıl geçireceğiz?” kâbusunu biz de yaşayacaktık.
Ülke çıkarlarından böylesine uzak ve böylesine basiretsiz bir tercihin ne kadar büyük bir yıkım olacağını öngörememek sadece gafletle izah edilemez.
Bu ziyaretin belki de en önemli sonucu, işlerine gelmeyenleri yazan gazetecilere “yandaş gazeteci” suçlaması yapanların götürdükleri yandaşları (ki onlara bile 8 saatlik yolculukla ilgili bilgi vermediler) dışında ABD’de yerleşik hiçbir Türk Gazetecinin programı izlemesine izin vermeyerek basın özgürlüğünden(!) ne anladıklarını göstermeleridir.
Hürriyet Gazetesi’nin New York-Washington muhabiri Razi Canikligil’in de ifade ettiği üzere; "Sonra da 'yandaş medya' terimini dillerinden düşürmüyorlar."
Sayın Kılıçdaroğlu’nun teknolojik gelişmeleri izlemek için büyük harcamalar yaparak ABD’ne gitmesine gerek yoktu.
Savunma Sanayii Başkanı Prof. Dr. İsmail Demir, Türk Havacılık ve Uzay Sanayii (TUSAŞ) Genel Müdürü Prof. Dr.Temel Kotil; İHA, SİHA, TİHA’larla tarihe damgasını vuran, Kızılelma’yı uçurmak için gün sayan Selçuk Bayraktar’dan randevu talep edip hepsine birer gününü ayırmış olsaydı teknolojik gelişmeleri bizzat yerinde inceleyip bilgi sahibi olabilirdi.
Kılıçdaroğlu’nun İletişim Koordinatörü Ömer Topsakal, ziyaret öncesinde yaptığı açıklamada şu bilgileri vermişti;
"Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, uzun zamandır ülkemize seviye atlatacak ve ülkenin her yerindeki potansiyeli açığa çıkaracak bir program üzerinde çalışmaktadır. ABD’ye yapacağı bu seyahat, ekibiyle üzerinde kapsamlı çalışmalar gerçekleştirdiği Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı Vizyonu'nun, dünyanın en parlak beyinleri ile tartışılacağı ilk duraktır.”
Sayın Kılıçdaroğlu’nun hangi parlak beyinlerle buluştuğunu ya da buluştuklarının parlak beyinli olup olmadıklarını, bilmiyoruz ama Boston Washington otoyolundaki 8 saatlik yolculuğun parlak beyin aramak amacıyla yapılmadığını tahmin edebiliyoruz.
Partinin maaş ödediği ABD temsilcisinin bile katılmadığı bu sıradan seyahatin ülkemize seviye atlatacak bir programın parçası olduğu iddiası kargaları bile güldürecek kadar komiktir.
Kılıçdaroğlu’nun ABD ziyaretinde neo-liberal politikalara karşıtlığı ile bilinen ABD'li demokratik-sosyalist senatör Bernie Sanders ile de görüşeceği belirtilmişti.
Ama bu görüşme gerçekleşmedi..
Kılıçdaroğlu “ne oldu da görüşme olmadı" sorusuna "Çok uzak. Yarım saat görüşeceksin. Dolayısıyla onu bıraktık" cevabını verirken uzanamadığı üzüme koruk diyen tilkiyi hatırlattı.
Oysa geziye başlamadan önce Neo-liberal politikalara karşı çıkan, sosyal devleti savunanlarla birlikte olmaya gideceğini ifade etmişti.
Sanders'in senatörü olduğu memleketi Vermont, Boston'a 3,5 saat mesafede olmasına rağmen 8 saatlik yolculuğa katlananlar üç buçuk saate katlanamazlarmıydı?
Cevap basit; çünkü görüşeceklerini davulla zurnayla ilan ettikleri neo-liberal Sanders randevu vermedi.
Bu fiyasko geziyi organize eden; ABD'de sosyalist senatör Bernie Sanders'in seçim kampanyalarında çalışan ve kampanyada çekilmiş fotoğraflarını sitesinde yayımlayan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Selçuk Sarıyar, Sanders’ten randevu alamamıştı.
Bernie Sanders ile görüşemeyen Kılıçdaroğlu Washington’da ‘Center for American Progress’ kuruluşu ile basına kapalı bir görüşme yaptı. Bu görüşmede de davet ettikleri gazeteciler bile içeri alınmadılar.
Görüşmede ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in bürosundan katılanlar da dâhil olmak üzere hükümet kanadından on kişilik bir grubun bulunması görüşme konularının “teknolojik ve bilimsel gelişmelerle” ilgili olmadığı konusunda bir fikir vermektedir.
Basına kapalı bu programın önemi sadece hükümet kanadından temsilcilerin katılmaları değil elbette. Çünkü “Center for American Progres”, bilimsel ve teknolojik gelişmelerle ilgilenen bir kuruluş değil.
Resmi web sitesinde yer alan ifadeye göre, "ilerici düşünce ve eylemler yoluyla Amerikalıların yaşamlarını iyileştirmeyi" amaç edinmiştir. Kuruluşun başkanlığını daha önce Obama ve Clinton yönetimlerinde yer almış olan Neera Tanden yürütmektedir.
CAP'ın kurucusu John Podesta Obama'nın yönetim ekibinin önde gelen isimlerinden biri olup,
Demokratların 2016’daki adayı Hillary Clinton’un seçim kampanyasının başında da o vardı.
Kuruluşun Başkanı Neera Tanden 2021 yılında Joe Biden tarafından özel danışman olarak atandı.
Yani Center For American Progres; ABD siyasetini yönlendiren Demokrat Partili Barack Obama, Hillary Clinton ve Joe Biden’ın seçim kampanyalarını bilfiil yürüten bir kuruluş.
Joe Biden’in seçimi nasıl kazandığını daha doğru bir ifade ile nasıl kazandırıldığını hatırlayın.
Arkasına aldığı derin devletin de gücüyle Biden’e seçim kazandıran CAP ile yapılan görüşmede; “nasılsınız, iyi misiniz, daha daha nasılsınız? Sizin orada havalar nasıl? Muhabbeti yapılmamıştır herhalde.
Anlaşılan o ki Sayın Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanlığı adaylığında kararlıdır.
Ama ABD onun adaylığında kararlı mıdır? Orasını şimdilik bilemiyoruz.
Kılıçdaroğlu’nun ziyaretinin hemen ardından bu kez İYİ Partili bir heyetin ABD’ye gitmesi, ABD’nin seçenekleri değerlendirdiğini göstermektedir.
Elbette ABD’ne kadar gidip te sadece CAP’la görüşmek olmaz.
Kılıçdaroğlu ABD'nin Washington kentindeki temasları kapsamında, German Marshall Fund’u (Alman Marshall Vakfı) ziyaret ederek vakıf yöneticileri ile de bir araya geldi ama görüşmelerin içeriğine ilişkin herhangi bir bilgi paylaşılmadı.
Dünyanın en zenginlerinden milyarlarca dolar fonlama yapan Rockefeller'a ait vakıflar tarafından desteklenen Alman Marshall Vakfı, George Soros'un kurduğu Açık Toplum Vakfı tarafından da fonlanıyor ve Türkiye'de ABD'ye açılan kapı olarak tanımlanıyor.
Kılıçdaroğlu’nun kaybolduğu 8 saatlik sürede Fetö’cülerle görüşüp onlardan destek aldığı iddiasıyla ilgili olarak Mahmut Övür şunları yazdı; “aynı saatlerde ABD'den gelen bir Whatsapp mesajında şöyle deniyordu: "Kılıçdaroğlu, FETÖ'cü Şerif Ali Tekalan'la görüştü. Görüşmede aday olmaması istenmiş ama kabul etmemiş. Bunun üzerine milletvekilliği pazarlığı yapılmış...
Gel de merak etme, Kılıçdaroğlu o kayıp 8 saatte ne yaptı? Neden böyle bir yolu tercih etti? Yoksa Whatsapp mesajında dile getirilen o iddia doğru mu? Bilim adamlarıyla görüşmek için ABD'ye giden bir siyasi aktör, 8 saat neden ortadan kaybolur?” (Sabah 13/10/2022)
Kemal Kılıçdaroğlu, ABD’den dönüş yolunda temaslarını izleyen gazetecilerin "Sekiz saat nereye kayboldunuz" sorusuna “Turken Vakfı’na ait binanın videosunu çekmek ve hamburger yemek için” masalını anlattı.
Gezide yer alanlar da bu masala inanmış olmalılar ki; “efendim 40 saniyelik bir video için ve hamburger molası için 8 saatlik yolu neden çektiniz? Eğer bu video bu kadar önemli ise neden bizi bu tarihi(!) ana tanık olmaktan mahrum ettiniz? Diye sormak akıllarına gelmemiş.
“Parti Genel Merkezine kimseye görünmeden giren maskeli kişilerin kendisine bir flash bellek verip gittiklerini, Türkiye’deki Üniversitelerin Katarlı öğrencileri sınavsız aldıklarını ve ikibuçuk ayda Katar’a ikibuçuk milyon koyunun uçakla gönderildiğini söylediğinde de inananlar(!) için ne kadar da inandırıcı(!) bir masal değil mi?
Oportünizm ve Milli Görüş…
Hatırlarsanız Saadet Partisi Yüksek Disiplin Kurulu Üyesi ve Eyüp Sultan İlçe Başkanı Emre Ustaosmanoğlu sosyal paylaşım sitesi Twitter'daki resmî hesabından; “Tunç Soyer ve Tarık Balyalı'yı eleştirerek;” Bir kaç kişi bir araya gelince içindeki canavarı hortlatan, Osmanlı'nın şanlı tarihine ve ecdadımıza hakaret eden. Bu toprakların değerleriyle uzaktan bile alakası olmayan Tunç Soyer ve hesap sorması gereken öncelikle CHP'nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'dur." "Sonrasında zaten bu millet 9 Eylül'de Tunç Soyer'in dedelerini nasıl denize döktüyse bu zihniyeti de denize dökecektir. Unutmayın!" paylaşımında bulunması üzerine görevinden alınmıştı.
Söylediklerinde yanlış var mıydı?
Hayır.
Kelimesi kelimesine doğru ve haklı bir eleştiri idi.
Ama Parti yönetimi bu doğru ve haklı eleştiriyi kabullenemedi, Ustaosmanoğlu’nu görevden aldı.
Daha bu tahammülsüzlüğün mürekkebi kurumadan bu kez başka bir tahammülsüzlük örneği yaşandı.
"Açık ve net! Hiçbir Müslüman ben geldiğim zaman; Faizi arttıracağım. İstanbul sözleşmesini uygulayacağım. 4-6 Yaş Kur'an kurslarını kapatacağım. Sapkınlığa karşı çıkmayı nefret suçu sayacağım. Avrupa birliği normlarını uygulayacağım diyen bir yapının vebaline ortak olmaz..." paylaşımı nedeniyle Saadet Partisi'ne yakınlığıyla bilinen TV5'te her cumartesi izleyicilerin karşısına çıkan Abdulaziz Kıranşal’ın programına son verildi.
Kıranşal’ın açıklamalarına samimi Müslümanların itiraz edebilecekleri bir yanlışlık var mı?
Yok..
Peki Kıranşal kimleri eleştiriyor?
Elbette Altılı Masayı ve o masanın bileşenlerine biat eden Saadet Partisini..
Gerekçesini dini hassasiyetlerden alan böylesine samimi bir eleştiriye dahi tahammül edemeyenlerin, İslam’ın temel değerlerinin çiğnenmesine göz yummaları ne yazık ki oturdukları masanın diğer ortakları tarafından “istenilen kıvama” getirilerek dönüştürüldüklerini göstermektedir.
Oportünizm (güç durumlar karşısında, davranışlarını ahlak ilkelerine ya da düzenli bir düşünceye göre değil, kişisel çıkarlarına en uygun düşecek biçimde ayarlayan tutum.) ile Milli Görüşü yan yana getirmeyi başarabilen(!) ve böylece altılı masanın ancak dekoru olabilen zihniyetin son anketlerdeki oylarının %0,5 e kadar düşmesi seçmenlerinin gerçeği fark ettiklerini göstermesine rağmen yöneticiler neden bunu göremiyor?
Sorun da burada, çünkü onların partinin değerlerini yaşatmak gibi bir amaçları yok.
Yıllarca kendilerini yok sayanların ve ötekileştirenlerin siyasi çıkarları uğruna gösterdikleri sahte sevgi ve ilginin sağladığı popülarite statü ve konfordan vazgeçmek istemiyorlar.
Ve bunun da adına siyaset diyorlar.