Televizyonlardaki su reklamlarını izlerken geçmişi ve rahmetli dedemin pınardan gürül gürül akan suyu göstererek, “suyun kıymetini bilin oğlum, gün gelecek bu suyu parayla alacaksınız” sözünü hatırladım.
Su parayla satılmaz diyorduk ama yanılmışız..
Çocukluğumuzun geçtiği 1960’lı yılların Çankırı’sında evlerde çoğunlukla şebeke suyu bulunmakla birlikte ev dışındaki insanlar su ihtiyaçlarını mahalle çeşmelerinden karşılarlardı.
Su henüz ambalaja girmediği için satılmadığından mahalle çeşmeleri büyük bir ihtiyacı karşılıyordu.
Bazı çeşmelerin işlemeli taşları ve usta işi muslukları o çeşmeye ayrı bir değer katıyordu.
Şebeke bağlantısı olmayanlar suyu bu çeşmelerden temin ediyorlardı.
Akşama kadar oynadığımız sokaklardan su içmek için eve gitmez, çeşmelerin musluklarına ağzımızı dayayarak kana kana su içerdik.
Hoş eve de gitsek de yine musluğa ağzımıza dayayarak içerdik suyumuzu.
Bu öylesine keyifli bir işlemdi ki gün boyu defalarca tekrarlanırdı.
Günümüzün çocukları ağızlarını çeşmeye dayayarak kana kana su içmek zevkinden mahrumlar, belki böyle bir zevk olduğunu bile bilmiyorlar.
Çünkü onlar pet şişe suyuna mahkumlar.
Bazen musluğa elimizi dayayarak fışkırttığımız suyla arkadaşlarımızı ıslatır, kimi zamanda musluğun altına yatırıp sırılsıklam yapardık.
Bu yüzden annem tarafından defalarca azarlandığımı hatırlıyorum.
Mahalle çeşmelerinde genellikle bakırdan yapılmış zincire bağlı tasları olur, isteyen bu taslardan su içerdi.
Sağlık/hijyen açısından aynı tasın farklı insanlar tarafından kullanılması uygun olmasa da işin bu yönü pek dikkate alınmazdı.
Hatta bazı büyüklerimiz “şifadır” diyerek tas kullanımını özendirirdi.
Taslar, çeşmelerin alameti farikası gibiydi.
Çeşme ve tas öylesine bir bütündü ki Zeki Müren’in; “Bu çeşme ne güzelmiş su içecek tası yok, kırma insan kalbini yapacak ustası yok” şarkısında da ifade edildiği üzere tasın yokluğu çeşmenin güzelliğini gölgeleyecek kadar önemli bir eksiklikti.
İlerleyen yıllarda çalınan ya da zarar gördüğü için kullanılamayan bakır tasların yerini kulp taktırılarak kullanılan yarım kiloluk yağ tenekeleri aldı.
O yıllarda (1960’lar) Korgun’da henüz evlerde içme suyu bağlantısı olmadığından su ihtiyacı her mahallenin yaz kış sürekli akan pınarlarından karşılanır, hayvanlara da pınarlardaki yalaklardan su verilirdi.
Özellikle uzun süre Korgun’da kaldığımız yaz tatili ve hafta sonlarında dedemin evi kalabalık olduğundan pınardan su taşımak sevimsiz ama en önemli görevimizdi.
Birkaç defa su getirdikten sonra yorulur, “biraz da başkaları getirsin” diyerek kaytarmanın yollarını arardık.
Pınardan eve su bakır bakraçlar ve güğümlerle taşınır; el, yüz ve tuvalet temizliği için yine bakırdan yapılan ibriklere doldurulan su kullanılırdı.
Kışın bakır ibrikler soba ya da kuzinenin üzerine konur böylece evde devamlı sıcak su bulunurdu.
Zaman içerisinde bakır bakraçlar ve güğümlerle birlikte daha hafif ve temini kolay olan yağ tenekeleri de kullanılmaya başlandı.
Her pınarın yanı başında çamaşır yıkama alanı bulunur, kazanlarda kaynatılan çamaşırlar tokmaklarla vurularak ya da kadınlar/kızlar tarafından çiğnenerek yıkanırdı.
Deterjan henüz bilinmediği için çamaşırlar sabun ve kil kullanılarak temizlenirdi.
Korgun’da satıcıların baş kili, çamaşır kili diye bağırarak satış yaptıklarını hatırlıyorum.
Şampuan daha piyasaya çıkmadığı için yeşil sabun ya da baş kili ile saçımızı yıkardık.
Bulaşık temizliği için kül kullanılırdı.
Çankırı’da evlerde kullanılan şebeke suyundan başka, çayın daha demli çıkmasını sağladığı ve şebeke suyuna göre tadı daha güzel olan iki tatlı su çeşmesinden birisi, Büyük Caminin girişinin solunda diğeri de Köprübaşında idi.
Haftada birkaç testiyle tatlı su getirirdik.
Hemen hemen her evde yazın suyun soğuk kalmasını sağlayan testiler/küpler bulunurdu.
Köylerde testilere/küplere ilaveten ağaçtan ustalıkla yapılmış olan çoturalar kullanılırdı.
Artık kullanılmayan testileri, küpleri ve çoturaları ancak filmlerde/müzelerde görebiliyoruz.
Belki de bu yazıyı okuyan gençler hayatlarında hiç çotura görmediler ve belki de bu kelimeyi ilk defa duyuyorlar.
Korgun’da yazıya gittiğimizde suyu eşmelerden içerdik.
O yıllarda yazıda bol miktarda eşme vardı, şimdi var mı bilmiyorum.
Rahmetli dedem “soğusun” diye karpuzu eşmeye bırakırdı.
Eşme suları o kadar soğuk olurdu ki elimizi yarım dakika bile suda tutamazdık.
Eğer bir çeşmenin suyu içilecek nitelikte değil ise çeşme duvarına “bu su içilmez” uyarısı yazılırdı.
Su henüz ambalaj görmemişti, pet şişe daha hayatımıza girmemişti.
Bildiğimiz yegâne ambalaj cam, bildiğimiz ürün de cam şişede sade gazozdu.
O zamanlar suyun pet şişelerde parayla satılabileceği hiç aklımıza gelmedi.
Hatta “Allah’ın suyu parayla satılmaz” denilirdi?
Büyüklere su ikram edildiğinde “su gibi aziz ol” derlerdi.
Lokantalarda her masada bulunan cam/plastik sürahilerdeki sudan para alınmazdı.
Gün oldu devran döndü.
Allah’ın suyu artık parayla satılıyor.
Seçim öncesinde; “Biz suyu Allah’ın nimeti olarak görüyoruz ve sudan para kazanılmayacağına inanıyoruz” diyen vaatte bulunup, seçim sonrasında suya zam üstüne zam yapan ikiyüzlüler sayesinde su artık bir gelir kapısı oldu.
Mineralli, ozonlu, vitamin katkılı çeşit çeşit sular çıktı piyasaya.
Ambalajları kendisinden pahalı sular var.
Reklamlarına bakarsanız hepsi birbirinden değerli ama hangisinin ne faydası var bilmiyoruz.
Yıllardır içtiğimiz mineral katkısız, ozonsuz suların hiçbir zararını görmedik.
Şimdi içtiğimiz mineral katkılı, ozonlu suların ne faydası var onuz da bilmiyoruz.
Okula giderken hiçbir öğrenci çantasında su taşımazdı, çünkü buna ihtiyaç duymazdı. Susadığında teneffüste okulun çeşmelerinden kana kana su içerdi.
Üretenler nasıl pazarlarsalar pazarlasınlar hiç birisinde çocukluğumuzda içtiğimiz pınar/çeşme/eşme sularının tadı yok.
Hem tadı yok ve hem de pahalılar.
Eğer pet şişedeki suyu hastane, otogar hatta havaalanlarındaki büfelerden alırsanız piyasa fiyatının beş on katına katı kadar bir bedel ödemeniz bile gerekebilir.
(Devlet böylesine vahşi bir soyguna neden müdahale etmez anlamak mümkün değil. Kimse serbest piyasa masalı okumasın, bu dediğim yerlerde insanlar başka seçenekleri olmadığından dayatılan fiyata mecburen almak zorunda kalıyorlar.)
Ağzımızı çeşmeye dayayıp su içmenin keyfini yaşamayan bilmez.
Karpuz çatlatan eşmeler, çaya lezzet katan tatlı sular yok oldular.
Tarlalara, bağlara, bahçelere sorunsuzca dikilen beton bloklar su kaynaklarını bir bir kuruttular.
Şebeke sularının sağlığa zararlı olmadığı iddia edilse de klorlama nedeniyle tadı ve kokusu değiştiğinden çoğu yerde tercih edilmiyor.
Şebeke suyunu içebilmek için arıtma cihazları piyasaya sürüldü.
Fakat belirli sürelerde bu cihazların filtrelerinin değişmesi gerektiğinden sonuçta maliyet olarak ambalajlı suyla aynı noktaya geliyor, üstelik evde yer kapladığı için her mekânda kullanımı mümkün değil.
Anlayacağınız, suyun tadı kaçtı fiyatı da can yakmaya başladı.
****
Mis gibi kokan kiloluk somunlar küçüle küçüle sandviçe döndü.
Evvelden fırınlar yarım ekmek, çeyrek ekmek satarlardı. Artık yarıma, çeyreğe gerek kalmadı.
Satılan ekmek zaten çeyrek porsiyon.
Bir gün sonraya kalsa bayatlıyor, taş gibi oluyor.
Şimdi bastırdığınız ekmekler öylece kalıyor hamur oluyor.
Günümüzde ekmekler ağırlıklı olarak besin değeri olmayan hatta sağlık için zararlı olduğu söylenen beyaz undan yapılıyor.
Ne kalitesi var ne lezzeti, sıktığınızda top gibi hamur oluyor.
Elbette tam buğday unundan, çavdar unundan yapılan kaliteli etmekler var ama bunların fiyatları çok pahalı olduğundan her sofraya konulması mümkün değil.
Dolayısıyla kalitesiz ve sağlıksız olduğunu bile bile mecburiyetten kepeği alınmış beyaz un ekmeğini tüketiliyor.
Velhasıl dostlar önce ekmekler bozuldu sonra sular.
Ne ekmekler eski ekmek ne de sular eski su.
Tıpkı bayramların eski bayramlar olmadığı, dünyanın da eski dünya olmadığı gibi.
Haftanın fıkrası
“Belediye başkanlarımız çok başarılı. CHP’nin halka hizmet anlayışını çok iyi bir şekilde hayata geçirdiler. Hükümet üç tane maskeyi dağıtamadı ama CHP’li belediyeler bir günde sorunu çözdüler ve korona salgınında maskeleri bedava dağıttılar. Her soruna kısa sürede çözüm ürettiler. Halk bu gerçeği yaşayarak gördü. Bu nedenle belediye başkanlarımızın yeniden aday olmalarını ve hizmetlerini sürdürmelerini istiyorum. Bu büyükşehir belediye başkanlarımız için de geçerli. Çok başarılılar. Bunu kendilerine de söyledim.” (K.Kılıçdaroğlu)