TRT Belgesel Kanalının 02.09.2019 tarihli “Zor Hayatlar” isimli yayınında Afganistan’da yaşayan gerçekten yoksul bir ailenin hayat mücadelesi konu ediliyordu.
Eşi, Taliban(*) tarafından öldürülen bir kadının yokluk içinde üç çocuğu ile birlikte ayakta kalmaya çalışması, çok istedikleri halde okula gidemeyen çocukların hayal kırıklıkları, yaşadıkları evin (gümele desek yeridir) içler acısı hali, ekrana çok etkileyici bir şekilde yansıtılmıştı.
Kuru ekmek ve çaydan ibaret kahvaltı ile güne başlayan ailede anne ve çocukların akşama kadar verdikleri mücadele tuzu kuru olanlar için gerçekten ibret verici idi.
Temizlik için dereden getirilen su ülkemizde hayvanlarımıza bile içirilemeyecek kadar bulanıktı ve ne yazık ki başka çareleri de yoktu.
Akranları gibi okula gitmesi gereken kız çocuklar gün boyu pislikten neredeyse betonlaşmış plastik bidonlarla dereden su getiriyor, çamaşır yıkayan annelerine yardım ediyor evin tek erkek çocuğu olan Emirhan da küçük yaşına rağmen üstlendiği ağır sorumluluğu, altında ezilme pahasına yerine getirmeye çalışıyordu.
Belgeselin sonarına doğru annenin; “eşim Taliban tarafından öldürüldükten sonra kefen alamadığımız için on gün sonra kardeşim tarafından kefen getirildikten sonra gömebildik” sözleri yüreğimi burktu.
Gözü dönmüş Taliban terör örgütü “kefen parası bile olmayan” mazlum Müslümanları öldürüyor ve bunun adına cihat diyor, İslam’dan habersiz Müslümanlar da bu alçakların değirmenine su taşımaya devam ediyor.
İslam’ın ilke ve değerlerini çiğneyerek Müslümanlık olmak/olduğunu sanmak ayrı bir yazı konusu.
Her neyse..
Bir yanda ölen eşine kefen alamayacak kadar yoksul insanlar varken, diğer yanda kıyafet beğendiremediğimiz eşlerimiz çocuklarımız aklıma geldi.
Her gördüğümüzü alıp gardroplara doldurduğumuz ama yılda ancak birkaç kez giydiğimiz giysiler geldi....
Alışveriş festivallerinde ihtiyacı olsun olmasın sabahlara kadar çılgınca gibi para harcayanlar geldi.
Yeni çıkan bir ürünü almak için gece yarısı sıraya girip sabaha kadar bekleyenler geldi..
Bir çorabı ikinci gün giymeyen ünlülerimiz, düğüne, kınaya, baloya, eğlenceye, tatile, davete, bayrama seyrana ayrı ayrı kıyafetler alan insanlarımız geldi.
Kırk çeşidin sunulduğu, yarısının yenmeden döküldüğü serpme kahvaltılar geldi…
Gösteriş için kurulan iftar sofraları, düğün dernek ziyafetleri geldi.
Evde yapılan yemeği beğendiremediğimiz çocuklarımız/büyüklerimiz geldi.
Anneanesine babaannesine; “ben senin yaptığın yemeği yemem” diyen küstah torunlar geldi.
Her Allah’ın günü dışarıda yemek yemeyi marifet bilen görgüsüzler geldi.
Çorbayı yemekten saymayan doymazlar geldi.
Aynı yemeği ikinci gün yemenin sağlığa aykırı olduğunu iddia eden ukalalar geldi..
Bir lahmacunla bir ayrana 100 TL verip “ay ne kadar da pahalıymış” diyen çok duyarlı(!) sosyetemiz geldi.
Yenmeyip çöpe atılan yemekler, ekmekler, meyveler geldi.
2 yıllık eşyaları modası geçti diye değiştiren, üç dört yılda bir arabasını yenileyen azgın müsrifler geldi.
Peynir ekmek gibi yenilenen cep telefonu, bilgisayar ve diğer elektronik eşyaları saymıyorum.
Onları sık sık yenilemek trend(!) oldu.
Gösteriş uğruna oluk oluk harcanan paralar geldi.
Geldi de geldi..
Bizler bolluk içinde yaşar ve vahşice israf yaparken, kuru ekmek ve çayla kahvaltı yapıp yokluğa bile şükredebilen bu yoksul ama onurlu insanları görünce utandım.
Yokluk görmeyince varlığın değerini bilmiyoruz.
Saçıp savuruyoruz.
O kadar acımasızca tüketiyoruz ki bu acımasızlık inanılmaz bir israfı da beraberinde getiriyor.
Geçenlerde -tedavi amaçlı- bir termal otelde beş gün konakladık.
Yemek ve kahvaltı açık büfe olan otelde insanlarımız her gördüklerinden alıyor, ancak hepsini yiyemedikleri için üç beş istisna dışında tabaklarda kalıyordu.
Getirdikleri poşetlere ekmek doldurup odalarına götürenler bile vardı.
Sabah ve akşam yemeği yanı sıra saat 15-16 arasında ara kahvaltı ve gece de çorba servisi olmasına rağmen odaya ekmek götürmenin mantığını anlayamadım.
Oysa oteldeki -benim görebildiğim- yabancı bazı misafirler tabaklarına yiyebilecekleri kadar az yemek alıyorlardı ve bitiriyorlardı.
Görevliye artan yemekleri ne yaptıklarını sordum.
Hayvanlara gönderdiklerini söylediler.
Bir tarafta kahvaltıya malzeme olan sadece kuru ekmek varken diğer tarafta en az on çeşit ekmeğin sunulduğu açık büfeler.
Masada yedikleri yetmeyip sanki aç kalacakmış gibi poşetlere konulup odaya götürülenler.
Tabaklara doldurulup, yenmeden dökülen yemekler..
İsraf almış başını yürümüş ama hiç birimizin umurunda değil.
Oysa biz “Bir ırmaktan abdest alırken bile suyu israf etmeyiniz” buyuran şanlı bir Peygamberin ümmetiyiz.
Hani nerede Peygamber buyruğuna itaat?..
Bir gün Şakik-i Belhi İbrahim Ethem’e sorar.
Geçinme, yeme içme hususunda ne yaparsın?..
Nedir ilken?..
İbrahim Ethem: “Bulursak yeriz, bulamazsak şükrederiz” der.
Şakik-i Belhi: “Belh’in köpekleri de öyle yapar” deyince İbrahim Ethem; “Ya siz ne yaparsınız?” ..diye sorar.
Şakik-i Belhi’nin sözleri çok anlamlıdır.
“Bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz”..
Şimdi -ben dahil- elimizi vicdanımıza koyup söyleyelim.
Kaçımız bulunca dağıtıp, bulamayınca şükrediyoruz?..
Atınca mangalda kül bırakmıyoruz ama Belh’in köpekleri kadar olamıyoruz.
Hadi diyelim ki aramızda bulunca dağıtan güzel insanlar var da..
Allah aşkına bulamayınca şükreden kaç kişi vardır?..
Kışın ortasında; fasulye, patlıcan, domates, salatalık, biber neden pahalı diyerek ortalığı birbirine katanları hatırladınız mı?...
Ispanak, karnıbahar, lahana, pırasayı yemekten saymayanları hani..
Sofrada ille de üç kap yemek olacak diyenleri.
Ve “otu hayvanlar yer ben et yemeden doymam abi” diyenleri.
Kabul edelim ki israfta cömert, şükürde çok cimriyiz.
Namaz kılıp oruç tutmakla, sakal bırakıp, cüppe giymekle sorumluluğumuzu yerine getirmiş olmuyoruz.
Şükür yoksa bereket yok, bereket yoksa huzur da yok..
Herkes bunalımda, depresyonun birinden çıkılıp ötekine giriliyor, antidepresan kullanımı çocuklara kadar indi.
Varken iyi ama yokken bırakın şükrü hemen isyanlardayız....
“Efendim ben kendi kazancımı yiyorum, kimseye hesap vermek zorunda değilim” diyenler;
Bir keresinde, çokça yiyen bir adam geğirmeye başlayınca, Efendimiz adamcağızı:
“Geğirmeyi bırak. Çünkü dünyada çok doyanlar, kıyamet gününde en uzun müddetle aç kalacak olanlardır.” diye uyarmıştır. (Tirmizî, Kıyâmet, 37)
Kur’an-ı Kerim’de yer alan;
“Allah, israf edenleri sevmez.” (En’am: 141)
“Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere saçıp savurma.” (İsra: 26)
“Saçıp savuranlar şeytanın dostlarıdır…” (İsra: 27)
“Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma, sonra kaybettiklerinin hasretini çekersin.” (İsra: 29)
“Müminler öyle kimselerdir ki, sarf ettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Furkan: 67)
“Yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez.” (A’raf: 31)
“Muhakkak ki Allah İsraf eden ve çokça yalan söyleyenleri hidayete erdirmez” (El Mü’min 28) hükümlerine rağmen bulunca paylaşmayıp israf ediyor, bulamayınca isyan ediyorsak kendimizi sorgulamamız gerekiyor.
Bir Müslüman olarak bu ilahi hükümlere riayet ediyor muyuz?
El Mü’min 28’de sözü edilen çokça yalan söyleyenlere gelince;
Ne yazık ki artık yalan söyleyenler ödüllendiriliyor.
Yalan söylemek bir yetenek(!) işi
Yalancıya inanmak da moda..
Kabak gibi sırıtan yalanlara kendilerinden geçercesine inanan yerli mallarını(!) görünce kazanmak(!) için her yolu meşru gören ve hidayete ermek gibi bir dertleri bulunmayan seri yalancılara kızamıyoruz..
Piyasaya sunulan her malın bir alıcısının bulunduğu iktisadi bir gerçektir de -inananları eşek yerine koyarcasına söylenen- kuyruklu yalanların bile gözü kapalı alıcılarının bulunması nasıl bir gerçektir(!) anlayamadım..
___________________________________________________________________________
(*)Kafkas Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Arş. Gör. Damla ŞAHİN; Yüzüncü Yıl Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisinde (2016) yayımlanan “TALİBAN’IN ORTAYA ÇIKIŞI VE ABD’NİN ÖRGÜTÜN GELİŞİM SÜRECİNDEKİ ETKİSİ” başlıklı makalesinde; İslam’ın değerleri ile uzaktan yakından bir ilgisi olmadığı halde din adına cinayet işleyerek ülkesine en büyük kötülüğü yapan örgütle ilgili olarak şunlara ifade etmektedir;
“İstila ve istikrarsızlıklarla dolu bir tarihe sahip olan Afganistan’da 1979 yılında meydana gelen Sovyet işgali, bugün yaşanan olayların anlaşılması açısından belki de en temel gelişmedir. Zira bu tarihten sonra Afganistan’da başlayan karışıklıklar hız kesmeden günümüze kadar gelmiştir. Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve sonrasında yaşanan gelişmeler radikal İslami örgütlerin ortaya çıkmasına ve Afganistan’ın onlarca yıl geriye gitmesine neden olmuştur. Şüphesiz bu örgütlerden etkisini en fazla hissettiren ve eylemlerine hala devam edeni Taliban’dır. Sovyet birliklerinin Afganistan’dan çekilmesi beklenilenin aksine Afganistan’da eskisinden daha karmaşık ve iç çatışmalarla dolu bir ortam yaratmıştır. Afgan halkı bu çatışma ortamında “kurtarıcı” rolüne bürünen Taliban’a sarılmış ve fakat nasıl bir hata yaptıklarını sonradan anlamışlardır. Taliban’ın ortaya çıkması ve güçlenmesinde ise dış bağlantıların rolü yadsınamayacağı gibi, örgütün bu denli etkili olmasında en büyük pay hiç kuşkusuz ABD’ye aittir. Bölge üzerinde çıkarları olan ve durumun karışıklığını fırsat bilen ABD, emellerini gerçekleştirebilmek adına Taliban’ı desteklemiş ancak sonrasında yaşadığı çıkar çatışmaları nedeniyle örgütü “terörist” ilan etmiştir. Fakat kendi elleriyle yarattığı canavarı yok etmeye bu kez kendi gücü de yetmemiş, müdahalenin üzerinden neredeyse 15 yıl geçmiş olmasına rağmen Afganistan girdabından kurtulamamıştır”