Türkiye'nin taarruz sınıftaki ilk insansız hava aracı olan ve Baykar tarafından geliştirilen Bayraktar AKINCI'nın geliştirme aşamaları AKINCI adı verilen belgeselle ilk kez gözler önüne serildi.
İzleyen herkesin gurur duyması gereken bir belgeseldi.
Beklendiği üzere tepki İHA ve SİHA’lara alerjisi malum milletvekilinden geldi;
"Savaşı, savaş araçları üretimini, ölümü ve öldürmeyi “çocuk oyuncağı”, sosyal medyada takipçi artırma, ergenlik atarları gibi atraksiyonlarla bu dönemde parlatılmasını sakin bir biçimde bir kez düşünün derim."
Madem sayın vekil düşünmekten söz etmiş.
Biz de sayın vekile ve yol arkadaşlarına düşünmeleri için bazı notlar hatırlatalım.
Bayram seyran demeden, çocuk yaşlı kadın demeden, asker polis, öğretmen, hemşire, muhtar, kaymakam, din görevlisi demeden alçakça cinayetler işleyen, kamu mallarına zarar veren PKK’lı katil sürüsünü dağdaki çiçekleri böcekleri ezmeye kıyamayan masum savaşçılar gibi görmek/göstermek teröre açık destek değil midir?..
Bu katillerin Kandildeki baronları ve siyasi uzantıları ile örtülü/örtüsüz ittifak yaparak oy devşirmek marifet midir?...
Bölücülük; halkların kardeşliği masalları ile meşrulaştırılabilir mi?..
Özerklik anırmaları ve ulumaları ile çukurlar hendekler kazarak şehirleri yaşanmaz hale getirenler, masum insanların evlerini barklarını viraneye çevirenler, tek günahları kurban eti dağıtmak olan Yasin BÖRÜ ve onun gibi 52 masumu alçakça katledenler, ölümü ve öldürmeyi çocuk oyuncağı sananlar atarlı ergenler miydi?..
Her fırsatta Türkiye aleyhinde yayın yapan The Washington Post Gazetesi bile "Türk insansız hava araçları ve hava savunma sistemleri, BM destekli hükümetin (UMH) batı Libya'nın neredeyse tamamını, Rusya tarafından desteklenen ve geçen yıldan bu yana başkent Trablus'u aşmaya çalışan Halife Hafter güçlerinden geri almasına yardımcı oldu. Hafter'e bağlı güçlerin Trablus sokaklarında kullandığı Rus yapımı Pantsir hava savunma sistemlerinin imha edilmesi ya da ele geçirilmesine ilişkin, "Türk İHA ve SİHA'ları Rusya ve Hafter'in diğer askeri ortaklarını utandırdı" " diyerek İHA’lara ve SİHA’lara övgüler düzerken, ülke güvenliği için gerekli savaş araçları üretimini çocuk oyuncağı gibi görmek sadece muhalif olmakla açıklanabilir mi?...
İHA’lar ve SİHA’lar güvendiğiniz dağlara karlar yağdırdığı için mi rahatsızlık veriyor?..
İHA ve SİHA’ larla ilgili ne zaman güzel bir haber çıksa mutlaka karalayıcı bir cevap verme zorunda kalmak nasıl bir duygunun tezahürüdür?...
Bu ülkede PKK terörü gerçeği gün gibi ortada iken, bu terörün bitirilmesinde önemli bir rol oynayan SİHA ve İHA’ları karalamak, kötülemek Yusuf Alabarda’nın dediği gibi "Baban kim olur?' sualine 'at dayım olur' diye cevap veren mahcup katır misali, PKK'nın dumanını çıkarttınız' diyememek midir?...
Bu notları/soruları daha da uzatmak mümkün.
Ama anlayanlara bu kadarı yeter..
Arife tarif gerekmez.
İHA ve SİHA takıntısı olanları, kaymakamı, muhtarı, öğretmeni, doktoru, hemşireyi, imamı, askeri, polisi, kadınları, bebeleri, yaşlıları öldürmeyi çocuk oyuncağı sanarak demokrasi havariliğine soyunanları, atraksiyon yapmadan sakin bir şekilde ve Carl Gustav JUNG’un şu sözünü de akıllarından çıkartmadan düşünmeye davet ediyoruz.
“Düşünmek zordur, oldukça zor.
İşte bu yüzden çoğu insan sürüyü takip eder”.
Gözle görülmeyen bir virüs bize neleri gösterdi?..
Güçlü diye bildiğimiz, kimilerinin paralarını da kaçırarak kapağı attıkları, bize model gösterilen ülkelerin aslından birer kağıttan kaplan olduklarını, rengarenk kıyafetlerine methiyeler düzülen kralın çıplak olduğunu gösterdi.
Zengin, fakir, güçlü, güçsüz ayırımı yapmadan herkesin ölüme ne kadar yakın olduklarını gösterdi.
Paranın yaptıramayacağı şeyler olduğunu gösterdi.
Sözde medeni ülkelerin tedavi masrafı olmasın diye yaşlılarını gözlerini kırpmadan feda edebileceklerini, huzurevlerinin ölüm evleri olduğunu gösterdi.
İnsan hakları nutukları çekenlerin, hava sahalarından ve denizlerinden geçen başka ülkelere ait maskeleri tıbbi malzemeleri taşıyan uçaklardaki gemilerdeki malzemelere el koyarak hiç çekinmeden hırsızlık yapabileceklerini gösterdi.
Cep telefonu üretimiyle değil solunum cihazları üretimiyle övünülmesi gerektiğini gösterdi.
Milyon dolarlık teknolojik ürünlerin bir liralık maske kadar değeri olamayabileceğini gösterdi.
Covit 19 ile olağanüstü mücadele sonucu salgın en az zararla atlatılmasına rağmen bu ülkede iyiye iyi kötüye kötü diyemeyen muhalefet anlayışının değişmediğini, ülkesini Uganda ile Küba ile kıyaslamaktan utanmayan siyasetçilerin bulunduğunu gösterdi.
Dün; “neden bu kadar büyük hastane yapıldı bunlar israf” diye bağıranların bugün; “yapılmışsa yapılmıştır biz niye yapılıyor demedik ki” diyecek kadar pişkin olduklarını gösterdi.
Keşke ülkemiz bu salgının altında kalsa da kendilerine buradan ekmek çıksa diye bekleyen kifayetsiz muhterislerin ve bulanık su avcılarının, günlerce ölü sayıları gizleniyor yalanını üfüren meslek(!) örgütlerinin mücadeleye katkı vermek yerine ölü sayısının artmasından medet umduklarını gösterdi.
Geç keşfedilmiş bilgelerin(!), çok deneyimli çatı abilerinin, oturtuldukları koltuktan kaldırılınca fırıldak gibi dönen siyasi ağlakların, “ben varsam her şey güzel ben yoksam her şey eksik” nakaratlarıyla ortaya çıkan fırsatçıların, pandemiden bekledikleri yıkım olmayınca nasıl büyük bir hayal kırıklığına uğradıklarını gösterdi.
PKK denilen eli kanlı örgütün üstelik Ramazan ayında sokağa çıkamayan muhtaç insanlara yardım götüren sivil görevlilere saldıracak kadar alçak bir örgüt olduğunu gösterdi.
Pandemiden bekledikleri verimi (!) alamayan hainlerin, halkın tahammül sınırlarını zorlarcasına ezan sistemine sızıp marş ve şarkı çalacak kadar alçalabileceklerini ve kimilerinin de 15 Temmuz gecesi imam ve müezzin dövenler gibi bu provokasyonu sevinçle karşılayıp keyifle paylaşarak halkın dini değerlerine saygılarının olmadığını gösterdi.
15 Temmuz darbe girişimini masumlaştıracak kadar zıvanadan çıkmış hoca kılıklı provokatörlerin tam da minarelerden şarkı çalınmasıyla eş zamanlı(!) olarak, yasağa rağmen sokağa çıkmada ısrar etmeleri, sanki evlerinde namaz kılmalarına engel varmış gibi garajlarda cemaat olduğu iddia edilen sürüyle şov namazları kılmaları, post modern Ebu cehillerin hoca/dindar kisvesiyle aramızda dolaştıklarını gösterdi.
Son anketlere göre binde altılık müthiş(!) oy oranıyla ait olduğu ittifaka muazzam(!) katkılar sağlayan bir partinin Genel Başkanının, ortada fol yok yumurta yokken ve hiçbir kanıta dayanmaksızın “Ben diyorum ki, seçimlere müdahale edecekler nasıl anlarsanız anlayın." diyerek, bir başka siyasinin “demokrasi adına kiralık vekil uygulamasını” yeniden devreye alabileceklerini söyleyerek gündem değiştirmeye çalıştıklarını gösterdi.
Ve devletimizin, mücadelesini itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni artlarına koymayan, her türlü provokasyon, yalan, iftira ve karalamayı yapmaktan çekinmeyen siyasi şizofrenlere rağmen pandemi sürecinden alnının akıyla çıkabilecek güç ve kabiliyette olduğunu gösterdi.
Peki virüs bunları gösterdi de kim neyi ne kadar gördü?...
Onu bilmiyoruz ama Hz Ali’nin (r.a.) buyurduğu gibi;
“Gören göze karanlık perde olamaz. Görmek istemeyen göze ışık ne yapsın”.
Yargıtay 2. Dairesinden tarihi karar…
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi Başkanı Sayın Ömer Uğur Gençcan’ın sosyal medya hesabından geçtiğimiz günlerde 'Tarihi kararımız' diye duyurduğu boşanmış kadının velayeti kendisine verilen çocuğuna soyadını verebileceği yönündeki kararın gerekçesi açıklandı.
B.K. isimli kadın eşi Y.İ.'den boşandı. Çiftin çocuğunun velayeti annesine verildi. Okula başlayan ortak çocuğun İ. olan soyadı ile kendisinin evlenmeden önceki soyadı olan K. soyadlarının farklılığı sebebiyle günlük işlemlerde sorun yaşadığını belirten B.K., çocuğuna kendi soyadını vermek için mahkemeye müracaat etti. Davacı anne, mahkemede verdiği ifadesinde çocukla ilgili işlemlerde annesi olduğunu belgelemek için nüfus kayıt örneği ile boşanma ilamını ibraz etmek zorunda kaldığını, davalı babanın ortak çocuğa ilgisiz olduğunu kaydetti. Babasının çocukla uzun süredir görüşmediğini ve nafaka ödemediğini, çocuğun da anne ile kendi soyadının farklı olmasından rahatsız olduğunu ve anne ile aynı soyadını taşımak istediğini iddia etti.
Ortak çocuğun soyadının davacı annenin soyadı olan K. olarak değiştirilmesini talep etti. Mahkeme, evlilik birliği içinde doğan çocuğun Türk Medeni Kanunu'nun 321. maddesine göre babanın soyadını aldığını, çocuğun soyadının bu suretle belirlendikten sonra onun soyadını velayet hakkına dayanarak değiştirmenin kanun maddesindeki düzenleme karşısında mümkün olmadığına çocuğun soyadının ancak ergin olduktan sonra annesinin soyadıyla değiştirebileceğine karar verdi.
Davacının istinaf talebi üzerine devreye giren Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi, davacının talebini reddetti. Hukuk mücadelesini sürdüren kadın kararı temyiz edince bu kez devreye Yargıtay 2. Hukuk Dairesi girdi.
Yargıtay, kararında Anayasa Mahkemesi'nin benzer bir davada velayeti kendisine verilen annenin çocuğuna soy ismini verememesini Anayasa’ya aykırı bularak yerel mahkemeye gönderdiği hatırlatıldı. Kararda velayet hakkına sahip davacı annenin soyadlarının farklı olmasından çocuğun rahatsız olduğunu ve anne ile aynı soyadını taşımak istediğini ileri sürdüğü belirtilerek 9 Nisan 2018 tarihli kararda şu ifadelere yer verildi:
"Davacı tanıkları da davalı babanın çocuğuna ilgisiz olduğunu, yaklaşık üç yıldır babanın çocuğunu görmeye gelmediğini, çocuğun birlikte yaşadığı anne ile aynı soyadını taşımamaktan rahatsız olduğunu belirtmişlerdir. Anne ile aynı soyadını taşımak isteğini sürekli dile getirdiğini, kendisini tanıtırken soyadını annenin soyadı olan K. olarak ifade ettiğini beyan etmişlerdir. Çocuğun soyadının annenin soyadı ile değiştirilmesi halinde çocuğun üstün yararı bakımından ruhsal gelişiminin olumsuz etkileneceği ileri sürülmediği gibi, az önce açıklanan tanık beyanlarından çocuğun soyadının annenin soyadı olarak değiştirilmesinin çocuğun üstün yararına olabileceği anlaşılmaktadır. Velayet hakkı tevdi edilen annenin çocuğun soyadının kendi soyadı ile değiştirilmesi yönündeki talebinin velayet hakkı kapsamındaki yetkilerin kullanımı ile ilgili olduğu ortadadır. Velayet hakkı kapsamında çocuğun soyadını belirleme hakkının da yer aldığı, aynı hukuksal konumda olan erkeğe velayet hakkı kapsamında tanınan çocuğun soyadını belirleme hakkının kadına tanınmamasının velayet hakkının kullanılması bakımından cinsiyete dayalı farklı bir muamele teşkil edeceği anlaşılmaktadır. Evlilik birliği içinde doğan çocuğun taşıdığı ailenin soyadını, evlilik birliğinin sona ermesi ile kendisine velayet hakkı tevdi edilen annenin kendi soyadı ile değiştirmesini engelleyici yasal bir düzenleme bulunmamaktadır. Somut olayda söz konusu değişikliğin çocuğun üstün yararına da aykırı bulunmadığı ve çocuğun soyadı değişmekle kişisel durumunun değişmeyeceği dikkate alındığında, Anayasa Mahkemesi'nin benzer olaylarda verdiği hak ihlaline ilişkin kararları da gözetilerek, davanın kabulüne karar vermek gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru olmayıp, hükmün bozulmasına karar vermek gerekmiştir. İlk derece mahkemesi olan Aile Mahkemesi'nin 18.07.2017 tarihli kararının bozulmasına oy birliği ile karar verildi."
Benzer konuda çok sayıda örnek bulunduğu dikkate alındığında emsal oluşturacak olan bu karar yukarıda ayrıntılı bir şekilde ifade edildiği üzere gerçekten tarihi bir karardır.
Zira; evlilik birliği içinde doğan çocuğun taşıdığı ailenin soyadını, evlilik birliğinin sona ermesi ile kendisine velayet hakkı tevdi edilen annenin kendi soyadı ile değiştirmesini engelleyici yasal bir düzenleme bulunmadığı halde yıllardır bu haksız uygulamaya devam edilmekteydi.
Aynı hukuksal konumda olan erkeğe velayet hakkı kapsamında tanınan çocuğun soyadını belirleme hakkının kadına tanınmaması velayet hakkının kullanılması bakımından cinsiyete dayalı farklı bir muameleye dolaylısıyla hak ihlaline neden olmaktaydı.
Anayasa Mahkemesi'nin benzer olaylarda verdiği hak ihlaline ilişkin kararlar bulunduğu halde yasal düzenleme yapılmamıştı.