Diyanet İşleri Başkanlığınca düzenlenen bir haftalık bir Umre programına katılarak (Allah’a şükürler olsun) Kabe’de ve Mescid’i Nebi’de ibadet ve ziyaret imkanı bulduk.
Aynı tur ücreti ile 11 günlük bir başka program bulunmasına rağmen, otellerin Hareme mesafelerinin biraz daha fazla olması yani daha fazla yürümeyi gerektirmesi nedeniyle tercihimizi bir haftalık süre için yaptık.
Gitmeden önce, Kaşıkçı cinayetinde suçüstü yakalanan Suudi yönetiminin Türkiye’ye yönelik hasmane tavrının halkta karşılığı bulunup bulunmadığını bilmediğimiz için biraz tedirginlik vardı.
Bir başka tedirginliğimiz de Ankara’dan aktarmalı yeni İstanbul Havalimanından kalkacak olmamızdı.
Bu tedirginlik, hem daha önce kullanmadığım için tanımadığım bir havalimanı olması hem de terminal içinde çok uzun mesafeli yürüyüşler yapılmak zorunda kalındığına dair okuduklarım ve yakınlarımın bilgilendirmelerinden kaynaklanıyordu.
Bizim grupta Ankara’dan biz dahil sadece 3 kişinin aktarma yapacak olması, değerli ve sempatik grup Hocamız Hayrullah beyin Afşın’dan (Kahramanmaraş) gelecek olması nedeniyle başımızda bir görevlinin bulunmaması yolculuk öncesi bir başka tedirginlik sebebi oldu.
Bu heyecanla 19 Ekim’de sabah erken saatlerde Ankara’dan İstanbul’a uçtuk.
Gerçekten de olağanüstü büyük olan İstanbul Havalimanında uçaktan indikten sonra buluşma noktasına varmak için uzun süre yürümemek için akülü araba desteği almak zorunda kaldık.
Yaşlı ve yürüme zorluğu olanlar için bu kadar uzun mesafenin kat edilmesinde çok önemli bir yeri olan bu akülü araçları kullanmak için önceden bildirimde bulunulması gerekliymiş.
İnsanlar bilmedikleri bir durum için nasıl bildirimde bulunacaklar? Bu düşünülmemiş.
Ayrıca hac ve umreye gidenlerin yaş ortalaması dikkate alındığında bildirimde bulunulsun bulunulmasın çıkış kapısında akülü araç bulundurularak ihtiyaç duyanların kullanımlarına sunulmasının uygun olacağını düşünüyorum.
Mesele sadece yürüme zorluğu değil.
Mesafenin uzunluğu ve binanın yeni olması da dikkate alınmalı.
Acemisi olduğunuz muazzam bir mekanda kaybolma ve uçağınızı kaçırma paniği yaşayabilirsiniz.
Ancak; önceden bildirim yapmamamıza rağmen görevli personelin gösterdikleri kolaylığı söylemezsem haksızlık etmiş olurum.
İstanbul havalimanındaki hengameyi aşarak 24 kişilik grubumuzla başlayan yolculuğumuzun ilk durağı olan Medine’ye ikindiye doğru indik.
Türk Hava Yollarının konforlu uçağı, güler yüzlü personeli ve mükemmel ikramları ile yaptığımız yolculuk gerçekten keyifli idi.
Medine Havaalanında pasaport kontrolü, bagaj alımı ve terminal çıkışı önceki gidişlerimizle kıyaslanamayacak kadar çabuk oldu.
Daha önce sadece erkeklerin görev yaptıkları pasaport kontrol bankolarında kadınların da görev yapmaları dikkatimi çekti.
Üstelik peçeli değillerdi ve yüzleri açıktı
Bana ve eşime Türkçe olarak hatır sormaları, işlem yaparken sempatik bir şekilde “Türki Türki” diyerek başparmaklarını kaldırmaları ve sürekli “maşallah” demeleri yönetimdeki düşmanlığın halkta olmadığının ilk belirtileriydi.
Otelimize yerleştikten sonra kıldığımız akşam namazının ardından Kainatın Efendisi Sevgili Peygamberimizi (sav), Hz Ebubekir’i (r.a) ve Hz Ömer’i(r.a.) selamladık fakat izdiham yüzünden Ravza’ya ancak gece geç saatlerde girebildik.
Diyanet Ansiklopedisindeki bilgilere göre: Sözlükte “tertemiz bahçe” anlamına gelen ravza-i mutahhara adlandırması, Hz. Peygamber’in eviyle minberi arasının cennet bahçelerinden (ravza) bir bahçe olduğunu bildiren hadisine dayanıyor (Buhârî, “Teṭavvuʿ”, 18; Müslim, “Ḥac”, 500-502).
Resûl-i Ekrem ayrıca, Mescid-i Nebevî’de kılınan namazın Mescid-i Harâm hariç diğer yerlerde kılınan namazdan bin kat daha faziletli olduğunu haber vermiş (Buhârî, “Fażlü’ṣ-ṣalât fî Mescidi Mekke ve’l-Medîne”, 1; Müslim, “Ḥac”, 505-510), bu hadisler Resûlullah’ın mescidinin faziletine, onun içinde de Ravza-i Mutahhara’nın daha faziletli olduğuna delil sayılmıştır.
Orada yaşadığım duygularım bende kalsın.
Ama şunu ifade etmeliyim ki Nebîmizin şu an medfun bulunduğu , zamanında Ayşe validemizle birlikte yaşadığı evi olan (Hücre-i Saadet) kabirleri önünden geçerken ziyaretçilerin önemli bir bölümünün fotoğraf/selfi çekme yarışı, görüntülü telefon konuşmaları, yüksek sesle yapılan dualar “o özel yerin” faziletine ve şerefine yakışmıyor.
Onun sevgisini kalbinde taşımak, kabrinin önünden edeple geçmek selfi çekmekten çok daha anlamlı ve değerli olur.
Ayrıca Ravza’da namaz kılabilmek için yaşanan itiş kakışlar sebebiyle maalesef cennet bahçesi olarak nitelenen bu bölümde öncelikle (fiziksel açıdan) güçlüye ibadet hakkı tanınıyor.
İçeri giren bir daha çıkmak istemiyor, dışarıdaki sabırsızlanıyor.
Kadınların ziyaretleri ise çok daha meşakkatli ve çok uzun süre beklemeleri gerekiyor.
Mescid’i Nebi içinde kadınlar için özel bölüm ayrılması, avluda kadınlara daha geniş yer ayrılması olumlu olmakla birlikte eşimin anlattığı kadarıyla Ravza’ya girebilmeleri için çok uzun süre (üç dört saati bulan) ayakta beklemek zorunda kalmaları ve izdiham içinde ezilme riski yaşamaları bu konuda da makul bir çözüm bulunmasını gerektiriyor.
Oysa Cennet Bahçesinde huşu içinde namaz kılmak kadın/erkek her Müslümanın hakkı.
Ayrıca Ravza ziyaretlerinde Suudi yönetiminin erkeklere tanıdığı öncelik İslam Dininin hak ve adalet esaslarıyla da bağdaşmıyor.
Kadınlar Şanlı Peygamberimizin ümmetinden değil mi?
Namaz kılarken önünüzden arkanızdan geçilmesi, sağdan soldan sıkıştırılması ve ses kirliliği o ortamda bulunmanın huzurunu yaşamanıza engel olmakla kalmıyor, alel acele kılınan namazın ardından gönül rahatlığı ve huşu içinde bir dua etmeniz de engelleniyor.
Yaşanan saygısızlığı görünce Şair Yusuf Nabi’nin Peygamber sevgisi ve saygısını hatırladım...
Osmanlı Devleti'nin ünlü arif ve şâirlerinden Yusuf Nâbî, 1678 senesinde bir kafile ile hac yolculuğuna çıkmıştı. Kafilede Osmanlı Devleti'nin ileri gelen paşaları da vardı. Kafile, Hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber'i ziyaret aşkı Nâbî'yi iyice sardı. Öyle ki vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyuyamadı. Bir gece yarısı kafile Peygamber şehri Medine-i Münevvere'ye yaklaştı. Kafilede bulunan Eyüplü Râmi Mehmed Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Rasul-i Kibriya'nın beldesine girerken gördüğü bu manzara Nâbî'ye hiç de hoş gelmedi ve Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başladı:
Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu!
Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu.
Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergaha,
Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu.
(Günümüz Türkçesi şöyle: Edebi terk etmekten sakın! Zira burası Allahu Teala'nın Habibinin beldesidir. Burası, Hak Teala'nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa'nın makamıdır. Ey Nâbî, bu dergaha edebin şartlarına dikkat ederek gir. Sakın edebi basite alma. Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.)
Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu. Nâbî'ye dönerek:
- Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? diye sordu. Yusuf Nâbî:
- Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sese söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! dedi. Paşa:
- Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti.
Nâbî sustu, yola devam ettiler.
Kafile, sabah ezanına yakın Hz. Rasulullah'ın mescidine yaklaştı. Bir de baktılar ki, mescidin minârelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî'nin: "Sakın terk-i edepden..." beytiyle başlayan nâtını okuyorlar.
Nâbî ve paşa hayret ettiler. Mescide girdiler, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koştular. Nâbî, heyacanla:
- Allah adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nâbî ısrar ve rica etti. Bunun üzerine müezzin:
- Resûl-i Kibriya (s.a.v.) Efendimiz, bu gece bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: "Ümmetimden Nâbî isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın!" buyurdu. Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, dedi. Nâbî, hepten şaşırdı ve heyecanlandı, dayanamayıp ağladı. Göz yaşları içinde müezzine tekrar:
- O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nâbî mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? diye sordu. Müezzin:
- Evet, Nâbî dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu, deyince, Nâbî bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu.
Günümüzde yaşanan itiş kakışı, gürültüyü, selfi çekenleri, ellerinde telefon ülkesindekilerle yüksek sesle görüntülü konuşan saygısızları görünce Nabi’deki sevgi, saygı, edep ve hassasiyete hayran olmamak mümkün değil.
Rasûl-i Ekrem (sav) "Beni vefatımdan sonra ziyaret edenler, hayatımda ziyaret etmiş gibidir"
"Kabrimi ziyaret edenlere şefaatim sabit bir hak olur",
"Kim gönlünde beni ziyaretten başka hiçbir düşünce bulunmaksızın beni ziyarete gelirse kıyamet günü ona şefaatçi olmak benim üzerimde bir hak olur" buyurmuştur.
Bu müjdelere kavuşabilmek için Rasûlullah (sav)’a, hayatta iken nasıl hürmet ve tâzim gerekli ise vefatından sonra da aynı şekilde hürmet gereklidir.
Bu sebeple Hz. Peygamber ziyaret edilirken bağırarak selam verilmez, yanında yüksek sesle dua edilmez, saygısız ve edebe uymayan davranışlarda bulunulmaz. Hücre-i Saadet’in duvarına kadar sokulunmaz, duvarlarına el sürülüp öpülmez, etrafı tavaf edilmez, karşısında eğilinmez.
Ancak yapılmaması gereken bu davranışların hepsi ne yazık ki fazlasıyla yapılıyor.
Edep yerlerde sürünüyor ve kimsenin bunu önlemek gibi bir derdi de yok.
Hadi Suudi yönetimi bu konuda duyarsız ama diğer İslam ülkelerinin bu saygısızlığa kayıtsız kalmalarını anlamak mümkün değil.
(Devam edecek)