Yükseköğrenim için ayrıldığım 1971 yılına kadar ramazanları Çankırı’da geçirdim.
Ramazanın ramazanca yaşandığı yıllardı.
Eski Çankırı Ramazanları benim için huzurlu bir geçmişi ifade ediyor.
Ama Ramazanların ruhu değişti. Ramazanlara bakış değişti.
Evvelden Ramazan tüm şehre gelirdi.
Şimdi, şehirlerimize gelse de bazı mahallelere uğramıyor. Mahalleye uğrasa bazı caddelere sokaklara uğramıyor.
Ya da ramazan her yere uğramak istiyor ancak kimi mahallelerde, kimi sokaklarda karşılanmıyor, görülmüyor, görmezden geliniyor.
O da belki inciniyor. Görmek isteyene görünüyor görmek istemeyene görünmüyor.
O yıllarda da oruç tutmayanlar/tutamayanlar vardı ama şehrin havası, iklimi değişiyor ve gerçekten tarifsiz bir huzur hissediliyordu.
Evet.. Günümüzde sokaklara iftar sofraları kuruluyor insanlar toplu iftar açıyorlar dayanışma ruhu sergilenmeye çalışılıyor ama ramazan sadece iftardan ibaret değil ki..
Sokağa çıktığınızda ramazanla karşılaşıyordunuz, ramazanı hissediyordunuz.
Şimdi AVM’lerde ramazanı nasıl hissedeceksiniz?
Oralarda ancak Ramazan indirimi, iftar mönüsü ve bayramlıkların satış reklamları gibi dünyevi ticarete döndürülmüş haliyle görürsünüz ramazanı.
İftar saatine doğru el emeği ve göz nuruyla adeta nakış gibi işlenen ve mis gibi kokan tırnak pidelerini alanlar evlerinin yolunu tutardı.
Aradan bunca yıl geçti Çankırı’da ramazanlarda yediğim pidelerin lezzetini, yetmişe yakın il gezmeme rağmen hiçbir yerde bulamadım.
Ramazan’da hayat Büyük Cami’nin etrafında dönerdi.
Büyük Cami’nin az önünde sebze meyve hali bulunmasına rağmen akşam saatlerine caminin İmaret tarafındaki caddede bahçelerden getirilen taze iftarlıklar satılırdı.
O yıllarda şehrin çevresinde sebze meyve bahçeleri vardı. Şimdi o bahçelerin yerlerinde çok katlı apartmanlar yükseliyor.
Yeşil soğan, marul, turp, tere gibi yeşillikler hemen hemen herkesin tercihi olurdu.
Yeni neslin bilmediği fileler kullanılırdı, sebze meyve taşımak için.
Ayrıca hayatımızda kesekâğıtları vardı.
Babamın öğrettiği kesekâğıdı yapımı sayesinde, mesai arkadaşlarının okunmuş gazetelerinden yaptığımız kesekâğıtlarını satarak harçlığımızı çıkartırdık.
Günümüzde rengârenk, alımlı naylon poşetler var.
Rengârenk ve alımlı. Ama zararları saymakla bitmeyen ve ömrü insan ömründen uzun naylon poşetler.
Büyük Cami denince akla Müftü Seyfullah Kotanoğlu’nun gelmemesi mümkün mü?
Cuma ve ramazan vaazların vazgeçilmez ismi Seyfullah Hocamız’ın Mehmet Akif’in şiirlerinden süslediği sohbetlerinin tadına doyum olmazdı.
O kadar içten ve samimi vaaz verirdi ki hem bilgilendirir, hem düşündürür hem de ufak ufak tokatlardı Seyfullah Hoca.
Ramazanlarda büyük Cami ful çekerdi. Teravih namazları için gençler genellikle Jet imamın camisine gitseler de büyük cami teravihlerde dolu olurdu.
Adını hatırlamadığım Jet İmam lakabıyla maruf hoca Yeni Cami’de yatsı/ teravih dahil 30-35 dakikada namazı bitirdiğinden camiden çıkan gençler kahvelere koşarlardı.
Gençler sahura kadar dışarıda vakit geçirirlerdi.
İftar ve imsak vakitleri, kaleden yapılan top atışı ile bildirilirdi.
Bazen top atışları geciktiğinde ezan okunursa tereddütte kalarak yine de topun atılmasını beklerdik.
Yanlış hatırlamıyorsam o yıllarda topun geri tepmesi sonucu bir görevli hayatını kaybetmişti.
Önceleri radyoda, sonrasında ise siyah beyaz televizyonlarda iftar programları yapılırdı. O programlarda insanların yıllardır sormaktan bıkmadıkları “ramazanda sakız çiğnemek, denize girmek orucu bozar mı” gibi abuk sorular sorulmazdı.
Şimdiki gibi saatler ileri geri alınmadığından namazlar “alışılmış” vaktinde kılınırdı.
Sahur ayrı bir güzeldi ve hemen hemen her evde hamur işleri yapılırdı.
Sahurda bile yapılan hamur işlerinin karşılıklı olarak ikram edildiğini hatırlıyorum.
Komşuluğun komşuluk olduğu ve en gerçek haliyle yaşandığı o günlerde herkes az çok demeden komşusuna ikramda bulunurdu.
Belki çeşit çok değildi ama var olan da bereketliydi ve verirken kimsenin eli titremezdi.
Komşu komşusunun ihtiyacını bilirdi. Komşuluk yapılan komşular vardı çünkü.
Şimdiki gibi bayramda dahi görüşmediğimiz komşularımız yoktu.
Rahmetli dedem üzüm zamanı yoldan geçen arabaları durdurarak onlara üzüm ikram ederdi.
“Dede tanımadığımız adamlara neden üzüm veriyoruz?” dediğimizde ise “oğlum bu verdiklerimiz onların göz hakkı” derdi.
Yoldan geçenin gördüğünün göz hakkı olduğu günlerden, “Allah versin’li” günlere geldik.
Yine hemen hemen her evden davulculara bu hamur işlerinden ikram edilir, eğer beğenilen hamur işi miktar olarak ta fazla ise davulcu o evin önünde özel maniler söylerdi.
Bazı ramazanlar her akşam ayrı bir camiye teravih namazı kılmaya giderdik. Böylece 30 ramazanda 30 camiyi ziyaret etmiş olurduk.
Bir akşam - o zamanki adıyla- Tevfikiye Mahallesindeki ikinci katta ibadet edilen bir mescide gitmiştik.
İçeri girerek en son safa oturduk. Ancak otururken herhalde gürültü yapmıştık ki; ön safta oturmakta olan beyaz sakallı aydınlık yüzlü bir büyüğümüz geriye dönerek bize baktı ve sonra kalkarak yanımıza gelerek “siz bizim misafirimizsiniz” deyip elimizden tutarak bizi imamın arkasındaki safa oturtmuştu.
Bazı camilerde itiş kakış arka saflara gönderildiğimiz, zaman zaman yaptığımız gürültüler nedeniyle sert ikazlara maruz kaldığımız dikkate alındığında bu büyüğümüzün gösterdiği nezaketi aradan geçen bunca süreye rağmen unutmadım, unutamadım.
Karatekin Mahallesinde Recep Hoca’nın olağanüstü gayretleriyle yapılan mescidin bugün faal olup olmadığını bilmiyorum.
Yıkılmadan önce Çampekmez adıyla bildiğimiz sevimli hocamızın ezan okumak için çıktığı balkona aşağıdaki musluktan su fışkırtarak ezanını kestirirdik.
Ezanı bırakıp bize kızar sonra da ezana kaldığı yerden devam ederdi.
Kentler dönüşürken bir yandan modern ve kullanışlı mekânlar yapılıyor ama diğer yandan da hatıralar -istenmese de- yok ediliyor.
Sonuç; ramazanlar eskimedi, eskimez ama
Galiba biz yaşlandık.