Bütün dünyayı kasıp kavuran KOVİD 19 salgınına karşı ülkemizde başarılı bir mücadele verilerek kontrol altına alındığını, sosyal ve ekonomik dengeler korunarak normal hayata geçildiğini biliyoruz.
Elbette bu normalin salgın öncesi normal olmadığını, kontrollü ve tedbirli normal olduğunu da biliyoruz.
Özellikle sağlık çalışanlarının bu süreçte üstlendikleri ağır yük, iyi olan her hastanın ardından hafifliyor gibi görünse de ısrarla ve inatla maske takmayan, sosyal mesafeye ve hijyene dikkat etmeyen sorumsuzlar yüzünden sağlık çalışanlarının omuzlarına her gün yeni yükler bindirilerek hayatları riske atılmaya devam ediliyor.
Bir taraftan bilim ve akılla mücadele sürdürülürken diğer taraftan bilime ve akla inat bir yobazlıkla ve ahmaklıkla tedbirlere uymamakta direnmek kabul edilebilir bir durum değildir.
Bu anlamsız ve aptalca direncin bir başkasının hayatına mal olacak kadar büyük bir risk taşıması sorumsuzluğun en ağır bir şekilde cezalandırılmasını zorunlu kılmaktadır.
Başta Sağlık Bakanı Sayın Fahrettin KOCA olmak üzere ilgililer, yetkililer ve sorumlular kimi zaman kinayeli, kimi zaman esprili, kimi zaman da sitemli ifadelerle toplumu tedbirlere uymaya zorlasalar da vak’a sayısının binler civarında gezinmesi, uyarıların pek bir işe yaramadığını, mutlaka caydırıcı çok ağır yaptırımların uygulanması gerektiğini göstermektedir.
Birileri hiçbir önlemin alınmadığı ortamlarda asker uğurlayacak, halay çekecek, düğün konvoyu yapacak, denizde parti düzenleyecek, sahilin tadını çıkaracak, eğlencenin dibine vuracak diye toplum sağlığının hiçe sayılması dokuzyüz liralık ucuz cezalarla geçiştirilemez.
Bu sorumsuzlar “parası neyse veririz” kafasında oldukları için para cezasıyla yola getirilmeleri mümkün görülmüyor.
O zaman Ziya Paşa’nı dediği gibi; “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” gerçeği uygulamaya konulmalıdır.
Yani anladıkları dilden konuşulmalıdır.
Maskeyi dalga geçercesine koluna, kafasına, çenesinin altına takanlara ya da hiç takmayanlara önce yaptıklarına pişman edecek okkalı bir para cezası verilip, en azından 24 saat yoğun bakımda yatan hastaları izlettirmeli ya da hastanelerde belirli süre kamu hizmeti yapmaya mecbur edilmelidirler.
Böyle bir sorumsuzluk asla hoş görülemez.
Hiçbir özgürlük bir başkasının hayatını tehlikeyle atma hakkı vermez.
Toplumun %75’lik bir kesimi ve özellikle 65 yaş üstü insanlar en temel haklarından fedakarlık yaparak aylardır tedbirlere uyarken, bir ilden başka bir ile gidebilmek için izin almak zorunda kalırken, il içinde dahi sabah 10’ dan önce ve akşam 8.’den sonra sokağa çıkamazken, azgın sorumsuzların hiçbir tedbire uymadan sanki Pandemi yokmuşçasına kafalarına göre başıboş bir hayat sürmeleri bardağı taşırmıştır.
Bu kafayla salgının önlenmesi mümkün değildir.
Bu gidişle ne okullarda sağlıklı eğitim yapılabilir ne de normal sosyal düzene dönülebilir.
Sanki salgının tek sorumlusu 65 yaş üstü kitle imiş gibi bu insanlar için artık tedbir olmaktan çıkıp cezayla dönüşen kısıtlamaların sürdürülmesi sorumsuzların pervasızlıklarını arttırmaktan başka bir işe yaramaz hale gelmiştir.
65 yaş üstündeki insanlar neden seyahat yapmak için izin almak zorundalar?.
Neden tedbir alsalar dahi akşam saat 8 den sonra sabah saat 10 dan önce sokağa çıkamıyorlar?
Neden bu saatler içinde yapmaları gereken işler için bir başkasından yardım istemek zorunda bırakılıyorlar?.
Bu kısıtlamalar kaç ay daha devam edecek?..
65 yaş üstü insanlar tedbir almaktan ve kendilerini korumaktan acizler mi?
Değerli Gazeteci Mehmet BARLAS’ın yazdığı gibi (09/08 Sabah) “Bugün ise 65 ya da daha yukarı yaştaysanız, bir çeşit esir konumundasınız bu ülkede. Nazım Hikmet'in şiirindeki gibi "Kendi memleketimde esirim be kardeşim" diyebilirsiniz... Bulunduğunuz kentten bir başkasına gidebilmeniz bile kaymakamlıktan alacağınız izne bağlıdır. Akşam 8'den sonra da sokağa çıkmanız risklidir.
Giderek insan ömrü uzadığına göre bundan 100 yıl sonra yine virüslü bir salgın patlak verdiğinde bu defa herhalde 120 ve daha yukarı yaşta olanlara kısıtlamalar gelecektir. Ancak bugünün yasaklı 65'likleri bu hesapları hiç yapmadan, zaman zaman "Yeter artık" diye feryat edip, nefes almaya çalışmaktadırlar.”
Bu insanları günlerce eve hapsedilirken mahalle düğünlerinde maskesiz mesafesiz halay çekilmesi, sahillerde, piknik alanlarında keyif yapılması, asker uğurlaması adı altında yollar kapatılarak sorumsuzluk sergilenmesi hakkaniyetle bağdaşıyor mu?
Uzun lafın kısası 65 yaş üstü vatandaşları korumak amacıyla getirilen, ancak 65 yaş altındaki sorumsuzların kafalarına göre yaşamaya devam ettiği bir ortamda artık bir cezaya dönüşen kısıtlamaların kaldırılması gerekmektedir.
Bunca uyarıya rağmen günlük vak’a sayısı binin altına inmiyorsa bunun sorumlusu hiçbir kural ve tedbire uymadan kafalarına göre yaşamaya devam eden 65 yaş altındaki sorumsuzlardır.
Madem ki binli vak’a sayılarında ve ağır bir yaptırım uygulanmadan uyarılarla bir normali yaşıyoruz o zaman o normali yaşamaları adına 65 yaş altına getirilen kısıtlamaların da (elbette tedbirlere uymak kaydıyla) kaldırılması gerekmektedir.
Her sene bahar ve yaz aylarını Korgun’da geçiren ve bundan çok büyük bir mutluluk duyan babamı bu sene bir günlüğüne götürmemiz bile mümkün olmadı.
Kaymakamlıktan izin almak istedik, ancak turistik bölgeler için seyahat izni verildiği söylendi.
Korgun’a da en az bir ay süreyle gidebilirlermiş.
Özel durumları nedeniyle uzun süre tek başlarına kalmaları mümkün olmadığı halde onları bir ay kalmaya zorlamak ne kadar mantık dışı ise gerekli tedbirleri aldığımız halde bir günlük bir ziyaret dahi yapılamaması o kadar mantıksızdır.
Turistik bölgeye gidilince risk olmuyor da Korgun’ gidilince mi oluyor?
Kısıtlamanın rasyonel ve tutarlı bir gerekçesi olmalıdır.
Gelinen nokta ve yaşanan durum itibariyle 65 yaş üstü için getirilen kısıtlamalar artık kabak tadı vermeye başlamıştır.
Sayın Sağlık Bakanımızdan ve Bilim Kurulu Üyelerimizden bir ricamız var.
Nasıl ki tedbirlere uymak kaydıyla 65 yaş altı için normal hayata geçilmiş ise başkalarının yardım ve hizmetine daha fazla muhtaç edilmeden 65 yaş üstü için de kısıtlamalar kaldırılarak tedbirlere uymak kaydıyla normal hayata geçilmesi sağlanmalıdır.
65 yaş altındakiler yaşanan bunca olumsuz örneğe rağmen hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan düğünde, dernekte, tatil beldelerinde keyif sürerlerken 65 yaş üstündekilere getirilen kısıtlamaların sürdürülmesi hakkaniyetle bağdaşmamaktadır.
Kafeler, sahiller, piknik alanları tıklım tıklımken 65 yaş üstündekilere “siz kendinizi koruyamazsınız evde kalın yoksa ölürsünüz” demenin artık geçerli olmadığı görülmektedir.
Başlangıçta getirilen kısıtlamaların elbette koruyucu etkisi olmuştur ama bir tarafta diz boyu pervasızlık ve sorumsuzluk için sadece uyarı yapılırken 65 yaş üstü için artık tahammül sınırlarını zorlayan kısıtlamaların sürdürülmesi onları Pandemi’den koruyalım derken, ruh sağlıklarını bozmaya başlamıştır.
Yaşlılarımızı koruyalım evet.
Ama yaşlı olmayanlara gösterilen anlayışı da onlardan esirgemeyelim.
“Slm, seni ve kalbini nasıl kazanabilirim' mesajı cinsel taciz ise
"Maşallah, çok güzelsin, fıstık gibisin" diyerek popo ellemek nedir?..
Mesajlaşma uygulaması 'WhatsApp' üzerinden gönderdiği ‘Slm seni ve kalbini nasıl kazanabilirim' mesajı nedeniyle hakkında kamu davası açılan sanığa 'kişilerin huzur ve sükununu bozma' suçundan hapis cezası verildi. Asliye Ceza Mahkemesi'nin verdiği hükmün temyizi üzerine dosyayı görüşen Yargıtay 18'inci Ceza Dairesi, dikkat çeken bozma kararı aldı. Sanığın olay tarihinde gönderdiği 'Slm seni ve kalbini nasıl kazanabilirim' mesajın, Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) 105/1 ve 105/2-d maddesine uyan 'cinsel taciz' suçunu oluşturduğu gözetilmeden 'kişilerin huzur ve sükununu bozma' suçundan hüküm kurulması nedeniyle yerel mahkemenin verdiği karar bozuldu.
Bu kararı aklınızın bir kenarında tutarak bir de aşağıdaki Yargıtay kararını okuyun
Bursa'da bir kamu kurumunun müdürü iddiaya göre odasına çağırdığı bayan memura, "Maşallah, çok güzelsin, fıstık gibisin" diyerek kalçasını elledi. Genç memurun yargıya taşıması üzerine Bursa 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen 'basit cinsel saldırı' davasında kurum müdürü mahkumiyete çarptırıldı. Sanık müdür, kararı temyiz etti. Yargıtay 14. Ceza Dairesi, kalçaya elleme yoluyla gerçekleştirildiği iddia edilen cinsel saldırı olayında müdürün babacan tavırla hareket edip etmediğinin yeterince araştırılmadığına dikkat çekti. Kararda şöyle denildi:
"Olayın intikal şekli ve zamanı, tarafsız tanık K3’nin iş yerinde gördüğü sanığın babacan bir tavırla hareket ettiğine dair ifadesi ortadadır. Diğer tanık beyanları, CD içeriği ile tüm dosya kapsamı nazara alındığında sanığın aynı yerde birlikte çalıştığı mağdurenin vücuduna dokunması şeklindeki eyleminin cinsel amaçla gerçekleştirildiği hususunun şüphede kaldığı ve mevcut haliyle cezalandırılmasına yeter başkaca delil bulunmadığı anlaşıldığından, müsnet suçtan beraatı yerine yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi kanuna aykırıdır. Sanık avukatının temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün bozulmasına oy çokluğu ile karar verildi."
Karara şerh koyarak karşı oy kullanan Yargıtay 14. Ceza Dairesi üyesi ise, adeta hukuk dersi verdiği karşı oy gerekçesinde şunları yazdı ."Ceza yargılamasının esas amacı maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bu bakımdan hakim davayı muhakeme kuralları gereğince huzurunda görecek, olayı ilk günkü haline götürecek bu konuda yüz yüzelik ilkeleri gereğince sanık ile mağduru dinleyecek ve gözlemleyecek, elde ettiği delillerle vicdani kanaati ile hüküm kuracaktır. Delil tüm davalarda hükme ulaştıracak kurucu unsurdur. Bu bakımdan en hassas suçlar cinsel istismar ve cinsel saldırı suçlarıdır. Bu suçlarda mağdur ile sanık arasında geçen eylem genellikle yapısı gereği tanık olmadan ve bariz delil bırakılmadan işlenen suçlardır. Bu açıdan Yargıtay’ca davanın temelini oluşturan delillerden en önemlileri, mağdur beyanı, doktor raporları, psikolojik inceleme evrakları, sanık ve mağdurun bulundukları çevre, aralarındaki yakınlık ve husumet incelemeleri olarak kabul edilmiştir. Öte yandan tanıdık kişiler (akraba, komşu, öğretmen, iş arkadaşı, amir v.b) tarafından gerçekleştirilen cinsel istismar ve saldırı vakalarında mağdurların bu kişilerle olan geçmiş ilişkileri, yakınlık düzeyleri olay öncesi ilişkilenme biçimleri ve daha sonra mağdur ile aynı çevrede kalmaya devam etmeleri sebebiyle ivedi biçimde şikayette bulunmamaları mağdurun aleyhine yorumlanmamalıdır. Çünkü bu kişiler hakkında yasal müracaatta bulunma konusunda tereddüt yaşadıkları ve yabancı failler konusunda gösterdikleri kararlılıkları kimi zaman gösteremedikleri bilinen bir gerçeklik olarak kabul edilmiştir. Sanığın bir kamu kurumu şubesinde müdür, katılanın da aynı şubede memur olarak çalıştıkları, o sebeple sürekli bir araya geldikleri, katılanın iddiasına göre sanığın zaman zaman 'Maşallah, çok güzelsin, fıstık gibisin' şeklinde kendisine laf attığı, olayın olduğu gün iş yeri kapısında karşılaştıkları sırada sanığın katılanın kalçasını ellediği ve katılanın karşı çıkması üzerine sanığın 'Sen benim kızım gibisin' diyerek olayı geçiştirmeye çalıştığı ancak bu olay sonrası katılanın ağlamaya başladığı ve olayı diğer arkadaşlarına anlattığı ortadadır. Son olayın oluş şeklinin dinlenen tanıklara mağdur tarafından hemen aktarıldığı, tanıklar K6, K5 ve K4 tarafından benzer şekilde doğrulandığı gibi o sırada şifre almak için şubede bulunduğu anlaşılan tanık K3'ın da olayı doğruladığı anlaşılmakla katılanın sanığı suçlaması için aralarında başkaca geçmişe dayalı bir husumetin bulunmaması da dikkate alındığında, sanığın olay günü katılana yönelik sarkıntılık suretiyle cinsel saldırı suçunu işlediği sabit olduğundan mahkeme kararının onanması gerektiği düşüncesiyle sayın çoğunluğun görüşüne iştirak edilmemiştir"
Muhalif şerhinin net, hukuki dayanakları tutarlı ve kamu vicdanını tatmin edecek nitelikte yazılması çoğunluk görüşünün ne kadar isabetsiz olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Bu karar kamu vicdanında onaylanmamıştır.
Sabah Gazetesi Yazarı Hilal KAPLAN 07/07 tarihli altına imzamızı attığımız yazısında; “Başkanından ceza daireleri başkanlarına, Genel Sekreteri'nden yardımcılarına hepsi erkek olan Yargıtay üyelerine sormak isterim. Sizin kız evlâdınız yok mu? Varsa, onun müdürü tarafından ne bağlamda olursa olsun poposunun ellenmesine 'babacan adamdır' gerekçesiyle razı olur muydunuz?
Olmaz iseniz, bu karar sizlere yakışmamıştır. Bu karar, tacizcileri cesaretlendirecek bir emsal olup, kara bir leke olarak Yargıtay içtihat tarihine geçmiştir. Çok değil, 14 sene önceki Yargtay kararı, sokak ortasında bir genç kadının poposunu elleyen tacizciyi altı ay hapse mahkûm etmişti. Ne oldu da bugün, üstelik altında çalıştığın birisini şikâyet etmek psikolojik olarak çok daha zorken, mağdureye sahip çıkmadınız?” derken yerden göğe kadar haklıdır ve toplumun çoğunluğunun haklı tepkisini dile getirmiştir.
Yukarıdaki ilk örnekte yer alan Yargıtay 18. Ceza Dairesinin “Slm seni ve kalbini nasıl kazanabilirim' mesajının, Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) 105/1 ve 105/2-d maddesine uyan 'cinsel taciz' suçunu oluşturduğu” kararına bakılınca 14. Ceza Dairesi kararının ne yazık ki tacizcileri cesaretlendirecek kötü bir örnek olduğu görülmektedir.
Bu tür kararlar sadece yargıya olan güveni sarsmakla kalmıyor, caydırıcılığı önlüyor, suçluları cesaretlendiriyor.
Sonra da her gün sosyal medyada, yazılı ve görsel basında bitmek tükenmek bilmeyen kadına şiddet haberleri izliyoruz.
Soru şu..
Birer kara leke olan ve birbirleriyle taban tabana zıt yargı kararlarıyla kadına yönelik şiddetin önlenebileceğine inanıyor musunuz?.