Yeni bir seçim dönemine girdik.
Artan milletvekili sayısı ile birlikte çok sayıda yeni isim mecliste yer alacak.
Bu zorlu mücadelenin ilk adımı olan adaylık; her ne kadar kimileri paraşütle inseler de öyle kolay kolay elde edilemiyor.
Aday olmakla da bitmiyor...
Mesele; listenin seçilme ihtimali bulunan sıralarında yer alabilmek.
O sıralarda yer bulunca heyecan başlıyor ta ki sonuçlar açıklanıncaya kadar.
Milletvekili olanların hayatlarında çok ciddi değişiklikler yaşanacağından kuşku yok.
Bu değişikliklerin olumlu mu olumsuz mu olacağını zaman gösterecek.
90’ lı yıllarda bu değişimin çok çarpıcı bir örneğini bizzat yaşamıştım.
Geleceğini milletvekili olmak üzerine kuran, samimi olduğumuz (ya da benim öyle zannettiğim ) bir büyüğümüz kendi ilinde ikinci sıradan milletvekili adayı yapılmıştı.
Bu durumdan çok memnun olmuştuk.
Yıllardır başkalarını eleştirerek kendisinin seçilmesi halinde yapacaklarını çok iddialı bir şekilde anlatan abimizin seçilme ihtimali bizi de umutlandırmıştı.
Nasıl umutlanmayacaktık ki?..
Birlikte oturup yemek yediğimiz, çay içtiğimiz, saatlerce sohbetler yaptığımız bir büyüğümüz milletvekili olacaktı.
Üstelik kendisi Bakan olma ihtimalinin de yüksek olduğunu söylüyordu.
Daha ne isterdik?..
Bir abimiz önce milletvekili sonra bakan olacaktı.
Bunca samimiyetin sonucu olarak biz kardeşlerine de bundan bir pay düşer diye bekliyorduk.
Kamu görevlisi olduğumuz için beklediğimiz pay, daha iyi ekonomik imkanları olan bir görevdi.
Zaten abimiz de “hele bir seçilelim bunlar kolay işler” diyordu.
Sonuçta cebinden bir şey vermeyecekti.
Gerçekten de abimiz seçimi kazanarak milletvekili seçilmişti.
Çok mutlu olmuştuk.
O dönem en hızlı yazılı iletişim aracı olan telgraf çekerek başarısını kutladık.
Meclise giderek tebrik etmek istedik ancak bu mümkün olmadı.
Sonrasında aynen söylediği gibi abimiz Bakan oldu.
Hem de Kabinenin en önemli Bakanı idi.
Bu bizim için rüya gibi bir şeydi.
Tebrik için aramızda para toplayarak yaptırdığımız çiçeği Bakanlığa gönderdik.
Görüşmek için de randevu talep ettik ancak yoğunluk olduğu söylenerek randevu verilmedi.
Kendisi Genel Müdür iken odasına randevusuz girip çıktığımız abimizin özel kalem müdüründen randevu alamamıştık.
Araya birlikte çalıştığımız bazı hemşerilerini de koymamıza rağmen bir türlü yüz yüze görüşemedik.
Ama abimiz müsait olunca bizi mutlaka arar veya çağırır diye düşünüyorduk.
Bir Bakan olarak özellikle meslekle ilgili söylediklerini mutlaka hayata geçirir ümidindeydik.
Bir hafta, onbeş gün, bir ay derken abimizden ses çıkmadı.
Ve özel kalemin yoğunluk gerekçesi hiç bitmedi.
Ortak dostlarımızın; işlerinin çok yoğun olduğu, fırsat bulur bulmaz arayacağı yolundaki sözleri de gerçekleşmedi.
Elbette kabinenin önemli bir bakanının bizimle ilgilenmeye vakti olmayabilirdi ama “abi” diyecek kadar yakın olduğumuzdan, bize beş dakika ayırabilirdi.
İyi görevlere atanmak şöyle dursun, kendisiyle görüşemiyorduk bile..
Sonuçta bizler arkadaşları idik ama Bakanlığı sürdürmesi ve siyasi varlığını koruması için ona güç ve destek verecek statüdeki insanlar değildik.
Dolayısı ile bizlerle görüşmesine gerek yoktu..
Bu arada; abimizin o dönemdeki Genel Müdürümüzün sınıf arkadaşı olması nedeniyle Genel Müdürlükçe düzenlenen bir toplantıya katılacağı belirtilerek bizlerin de salonunda bulunması talimatı verilince “işte fırsat bu fırsat” diyerek gittiğim salonun giriş bölümünde “abimizi” beklemeye başladım.
Amacım sadece bir merhaba demek ve gerçekten unutulup unutulmadığımızı test etmekti..
Kısa bir bekleyişten sonra Abimiz etrafında kalabalık bir heyetle girişte göründü.
Onu karşılayan Genel Müdürle ayak üstü konuşurlarken, bir fırsatını bulup yanına yaklaştım ve elimi uzatarak; “…….abi merhaba” dedim.
O ortamdaki herkes “Sayın Bakanım” diye hitap ederken ben “abi” diye hitap etmiştim.
Ortalık buz kesmişti.
Herkes “kim bu” dercesine yüzüme bakıyordu.
Bir bakana onlarca kişinin içinde “abi” diye hitap eden birisi herhalde çok yakını olmalıydı.
Ya da ben normal biri değildim.
Yaptığım normal sayılmazdı ama seçilmeden önce biz ona abi diyorduk ve oda bize abi kadar yakın davranıyordu.
Geçmişten gelen samimiyet ve alışkanlıkla “abi” lafı birden çıkmıştı ağzımdan.
Her neyse..
Fakat “……Abi” uzanan elimi sıkmadı ve “sen de kimsin” dercesine yüzüme baktı.
Ben bu defa “……abi tanımadın mı? Ben Niyazi YILMAZ” dedim.
“Hangi Niyazi YILMAZ ? ” diye sorunca başımdan aşağı kaynar sular döküldü.
Son bir hamle ile “hani……. Genel Müdürlüğündeki Niyazi YILMAZ, bizim camiada aynı isimde başka birisi yok ” diyebildim.
Bakan cevap vermedi muhtemelen içinden “kim bu patavatsız” diyerek toplantının yapılacağı salonuna doğru yöneldi.
O gün oradakiler benim hakkımda ne düşündüler bilmiyorum ama ben kendimi çok kötü hissetmiştim.
“Abi”miz resmen beni gömmüştü.
Bakanlığı döneminde iz bırakmadı.
Sıradan bir politikacı profili çizdi.
Eleştirdiği diğerleri gibi o da özellikle mesleği ile yapacağını söylediği hiçbir uygulamayı hayata geçirmedi/geçiremedi.
Şimdi nerede? ne yapar? bilmiyorum.
O zaman çok üzülsem de şimdi kendisini suçlamıyorum.
Bir şeyleri yapabilmek için “muktedir” olmak gerek.
Anlaşılıyor ki muktedir değildi.
Ama muktedirmiş gibi konuştu..
Ve onun muktedir görünmesi bizim hoşumuza gitmişti.
Belki de yapmayı düşündüğü şeyler öncelik sırasında yer almadı ya da fırsat bulamadı.
O nedenle siyasiler yapamayacakları şeyleri vaad etmemeliler.
Ya da seçilmekle her sorunu çözebileceklerini düşünmemeliler.
Asla yalan söylememeliler.
Evvelden yalancının mumu yatsıya kadar yanıyordu ama bu iletişim çağında iki dakikada söndüğünden yalan pat diye söyleyenin suratına çarpılıyor.
Geldikleri yeri, yola çıktıklarını, dostlarını ve arkadaşlarını unutmamalılar.
Seçim öncesinde size “abi” diyecek kadar yakın olan birisini seçilince ya da bakan olunca hatırlamıyorsanız bunu sadece unutkanlıkla açıklayamazsınız.
Muhtemelen sizde “vefa” da yok demektir.
Unutkanlığın tıbbi bir açıklaması vardır ama vefasızlık patolojik bir hal değil makama, mevkiye, unvana rağmen “hiç” liktir.
Ne güzel söylemiş Özdemir ASAF;
“Bunca vefasızlıktan sonra
Bazılarının ederi kalmadı artık gönlümde
Kaç’a deseler
Hiç’e sayarım.”