Anayasa Mahkemesini alet ettikleri 367 kepazeliğinin fikir babalarının önümüzdeki yıl yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi için de benzer bir hazırlık içinde oldukları anlaşılıyor.
Hukukun siyasi cambazlıklara alet edilmesine ve Yassıada yargılamalarında olduğu gibi katledilmesine geçmişteki utanç verici örneklerinden aşina olduğumuz için siyasi cambazların siyasal çıkarları ve elbette uluslararası karar vericilerin gözüne girmek için her numaraya başvuracaklarını biliyoruz.
İddialarına göre Cumhurbaşkanı Erdoğan 2023 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olamazmış. Çünkü bu üçüncü adaylık olacağı için Anayasa’nın 101. Maddesine aykırı imiş.
Gerçekten söyledikleri gibi mi? gelin birlikte bakalım.
16 Nisan 2017 yılında yapılan referandumla Anayasa’nın 101. Maddesi değiştirilerek “Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” hükmü getirildi.
Aynı referandumla Anayasanın; 75, 77, 101 ve 102’nci maddelerinde yapılan değişikliklerin, yapılacak ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin takvimin başladığı tarihte yürürlüğe gireceği hükme bağlandı.
Maddeler o kadar anlaşılır ki yorumlamak için; hukukçu, akademisyen, siyasetçi, her şeyi bilen ve gözlerinden zekâ fışkıran açık oturum bülbülü olmaya filan gerek yok, asgari zekâ yeterli.
Meseleyi bir ilkokul öğrencisinin anlayabileceği sadelikte anlatalım.
Değişiklikten önce 7 yıl olan Cumhurbaşkanlığı süresi 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandum sonucunda 5 yıla düşürülerek ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin takvimin başladığı tarihte yürürlüğe gireceği hükme bağlandığından, bu yeni hükme göre 2018 yılında birinci kez seçilen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2023 seçimleri içinde aday olma hakkı bulunduğuna hiçbir hukuki engel yoktur.
Aksini savunmak abesle iştigaldir.
Kaldı ki bu konuda karar verecek olan merci Anayasal bir kurum olan YSK olduğundan, isteyen seçim zamanı gelince YSK’na itirazını yapar, oradan çıkacak karara da saygı duyar.
Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir, muz cumhuriyeti değil.
Ancak; bildiğimiz bir gerçek var ki bu ülkede parlamenter sistemde Cumhurbaşkanlığı seçimleri hep sancılı olmuştur.
Mecliste nafile turlarla günlerce sonuç alınamamış, derin pazarlıklar yapılmış, bazen de hiç hesapta olmayan isimler üzerinde zoraki uzlaşma sağlanmıştır.
Vesayet odaklarının istemedikleri Cumhurbaşkanı adaylarını ölümle tehdit ederek adaylıktan vaz geçirdiklerini, asker kökenli kişilerin cumhurbaşkanı olması için savaş uçaklarını TBMM’nin üzerinde uçuracak kadar gözlerini kararttıklarını her biri demokrasi tarihimize kara leke gibi düşen utanç verici örneklerden biliyoruz.
Bu kirli örneklerin üzerine tüy diken ve bir benzerini asla yaşamak istemediğimiz 367 kepazeliğini de unutmadık.
Demokrasinin ruhu ile bağdaşmayan ve millet iradesinin ayaklar altına alınmasına neden olan bu uygulamalar nedeniyle Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve başkanlık sistemine geçilmesi 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandumla kabul edildiğinden 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun millet tarafından da onaylanmış oldu.
Anayasa’nın 75, 77, 101 (Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir) ve 102 nci maddelerinde yapılan değişiklikler, yapılacak ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin takvimin başladığı tarihte, yani 2018 seçim takvimi süreciyle yürürlüğe girdiğinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın adaylığı önünde hukuki hiçbir engel bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin Esas: 2007/44; Karar: 2009/148 Sayılı kararında açıkça vurgulandığı üzere; “Hukuk güvenliğinin sağlanması, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği, kural olarak yasaların geriye yürütülmemesini gerekli kılar. Yasaların geriye yürümezliği ilkesi uyarınca, yasalar kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Bu nedenle, sonradan yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir”.
Kaldı ki değişikliğin yapıldığı dönemde Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı olan Mustafa Şentop’un beş sene önce konuyla ilgili Anayasa Komisyonu raporundan okuduğu aşağıda yer alan bazı tespitlerden de bu konuda bir sorun olmadığı anlaşılmaktadır.
"Komisyondan hiçbir arkadaşın, bunu gündeme getiren muhalefet partilerinden milletvekillerinin de aday olunamayacağına dair hiçbir şey söylemedikleri gibi tam aksine Sayın Cumhurbaşkanı'mızın iki defa aday olacağını, hatta daha sonraki seçimde bir kez daha aday olmak üzere üç defa aday olma imkânının tanındığına dair ifadeleri var. Komisyonda aksi yönde bir görüş ileri sürülmediği için konu açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Raporda çok net bir şekilde bu konunun tartışmasız olduğu, yeni getirilen düzenlemeyle bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına olduğu gibi daha önce de Cumhurbaşkanlığı yapmış olanlara da iki dönem seçilme hakkı getirildiği belirtilmiştir.”
Gerçek; ortalama zekâsı olan herkes tarafından anlaşılabilecek kadar net olmasına rağmen konunun tartışmaya açılması birilerinin “kulaklarına kar suyu kaçtığını” göstermektedir.
Düne kadar (kendilerinin aday yapılıp yapılmayacağı bile belli değilken) “çık karşıma” diyerek meydan okuyanların derin bir “U” dönüşü ile “aday olamaz” a evrilmeleri “ya bu sefer de kaybedersek” korkularını su yüzüne çıkarmıştır.
Hani karşınıza kim çıkarsa çıksın kazanacaktınız?
Beyler gaza gelmeyin, “Adam kazanır sonra biz nerede hata yaptık diyerek derdinize yanarsınız.
Unutmayın Sabihgiller kanatlandırır ama uçurmaz.
Rahmetli Demirel siyasette hiçbir şeyin garanti olmadığını anlatmak için; “doğmamış çocuğa don biçilmez”, “dereyi görmeden paçayı sıvamayın” sözlerini sık kullanırdı.
Bunlar donu biçtiler ama kime giydireceklerine henüz karar veremediler.
Uluslararası karar vericilerin dayattığı adayın o dona sığıp sığmayacağı ya da donun, giydirmeye mecbur kalacakları kişiye büyük gelip gelmeyeceği belli değil, tıpkı hiç hesapta olmayan birisin o donu giyip giymeyeceğinin belli olmadığı gibi.
Paçalar sıvandı ama ortalıkta dere mere yok.
Ağzı olan herkes konuşuyor.
Boşuna söylememişler.
“Dünyadaki en büyük aptallar aklın sadece kendilerinde olduğunu sananlardır.”.
TMT’nı suikastçı illegal örgüt olarak suçlayanların vaftizlerini Makarios denilen papaz mı yaptı?..
Halk TV’nin provokatör sunucusu Ayşenur Arslan canlı yayında terör örgütü EOKA'nın saldırılarına karşı Kıbrıs Türk halkını korumak için kurulan ve Kıbrıs Türklerinin Kuvâ-yı Milliye'si olarak bilinen Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı'nı 'suikastçı illegal örgüt' diye suçluyarak milli mücadelede şehit olmuş mücahitlerin kemiklerini sızlattı.
Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim; bu basın özgürlüğü filan değildir ve dünyanın hiçbir yerinde milli çıkarlara böylesine düşman ve müsamaha gösterilen bir basın özgürlüğü anlayışı yoktur.
Bu tartışmasız açık bir düşmanlıktır.
Kıbrıs Türklerinin can güvenliğinin sağlamak ve EOKA denilen katiller sürüsüne meydanı boş bırakmamak için kurulmuş ve bu uğurda çok büyük mücadele vermiş olan TMT’nı suikastçı illegal örgüt olarak suçlamak ancak vaftizlerini Makarios denilen papaz kılıklı katilin yaptığı işbirlikçi/hainlerin yapacağı bir iştir.
EOKA teröristlerinin yollara barikatlar kurarak, otobüsleri durdurup, Kıbrıs Türklerini sorgusuz sualsiz kurşuna dizdiği, kadınlarımıza tecavüz ettiği o karanlık günlerde bu saldırılara karşı koymaya çalışılsa da organize olunamadığından mücadele yetersizdi.
Kıbrıs'ta Rumların soykırım girişimlerine karşı kendilerini korumak üzere bir araya gelmeye çalışan Türkleri TMT olarak Özel Harp Dairesi Başkanı Tümgeneral Daniş Karabelen’i görevlendirerek örgütleyen, bu örgüt elemanlarına Türkiye'de silahlı eğitim aldıran ve silahları gönderen kişi Başbakan Adnan Menderes konuyu milli bir dava olarak takip eden de Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'dur.(Bu nedenle Yassıada’nın düzmece mahkemesinde sorgulara muhatap oldular.)
Efsane liderler Rauf Denktaş ve Doktor Fazıl Küçük önderliğinde kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı "TMT", Kıbrıs Türklerinin can, mal ve namusunu korumak, Enosis’e karşı çıkmak, yapılacak saldırıları püskürtmek ve anavatana olan bağlılığı sürdürmek için büyük bir mücadele verdi ve 1 Ağustos 1976’da Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığına dönüştürüldü.
O günleri yaşayanların ifadesiyle TMT kurulmasaydı bugün Kıbrıs’ta tamamen bir Rum adasıydı.
Kıbrıs davası Milli bir meseledir ve hiç kimsenin bu Milli meseleyi katil papaz Makarios ağzıyla aşağılamaya ve itibarsızlaştırmaya hakkı da haddi de yoktur.
Elleri kanlı binlerce masum insanın katili, her türlü kötülüğün ve ihanetin baş sorumlusu PKK’ya söyleyemedikleri sözleri TMT’ye söyleyenlerin, Kıbrıs’ta binlerce masumu öldürüp toplu mezarla gömen, binlerce masumun evini yakıp yıkan ve binlerce kadına tecavüz eden EOKA’nın gözü dönmüş katillerinden hiçbir farkı yoktur...
Ne verirseler yiyen ve yedikçe azgınlaşan zehirlenmiş sosyolojiyi anlayabiliyoruz ama bu sunucuya mahallesinden; “bu milli bir meseledir, söylediklerin yalandır, iftiradır hiç utanmıyor musun?” diye soran aklı başında bir Allah’ın kulu yok mu?..
“Artık CHP de öğrenmeli ki demokrasi dediğimiz şey sadece ve sadece artık sandıktan geçmiyor. Bugün Kürt siyasi hareketi, nasıl yüzde 40 küsur ile gelmiş AKP iktidarını masaya oturtup bilek güreşi tutuyor. Arkasında silahlı mücadele var. Onun getirdiği bir gözdağı var. Silahlı ya da silahsız mücadele etmek, bedelini ödemek, gericiliğe, faşizme, baskıya, her türlü çağdışı ideolojiye karşı ödevimiz yapmamız lazım. Bu ülke çok kolay kazanılmadı, kolay vermemeliyiz. Her şey daha yeni başlıyor..."([email protected]/02/2022) diyerek HDP’nin, PKK’nın saldırıları ile güç kazandığını hatırlatıp CHP’ye de silahlı mücadele çağrısında bulunacak kadar gözlerini kin ve nefret bürümüş militan ruhlu bu kişinin yaptığının gazetecilik olduğunu iddia edenler aklımızla dalga geçiyorlar....
Malum kanalın yöneticilerinin milli çıkarlara/değerlere saygısızlık yapanlara sahip çıkmalarındaki ısrarlarını ve ekranlarından kin, nefret ve düşmanlık kusulmasına gösterdikleri hoşgörünün sebebini anlayamıyoruz..
Ya vatandaş ta “bireysel tepki” diyerek kendi belediyelerinin yaptıkları zamlar geri alınıncaya kadar faturalarını ödemezse ne olacak?..
Öncelikle bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar için kısa bir bilgi paylaşalım.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, Uluslararası Enerji Ajansı, Dünya Nükleer Birliği ve Avrupa İstatistik Ofisi verilerine göre, dünyada 33 ülkede faaliyet gösteren 443 nükleer reaktörün toplam kurulu gücü yaklaşık 400 bin megavat seviyesinde bulunuyor.
ABD, faaliyetteki yaklaşık 96 bin 553 megavat kurulu güce sahip 94 nükleer reaktörüyle ilk sırada yer alırken, bu ülkeyi 61 bin 370 megavat kapasiteli 56 reaktörle Fransa takip ediyor.
Bu ülkeleri 47 bin 498 megavat kapasitesindeki 49 reaktörle Çin izlerken, 28 bin 578 megavatlık 38 reaktörle Rusya, 31 bin 679 megavatlık 33 nükleer reaktörle Japonya ve 23 bin 150 megavatlık 24 reaktörle Güney Kore en yüksek nükleer enerji kapasitesine sahip ülkeler arasında yer alıyor.
Tayvan ve Pakistan 5, Finlandiya 4, Ermenistan ve İran 1 reaktöre sahipken Türkiye’nin bir reaktörü bile devreye sokamaması şu anda kurulumu devam eden reaktörün yapılmaması için hukukunda arkasından dolanarak sözde çevre hassasiyeti kılıfıyla engeller çıkartılması ibretliktir.
Finlandiya gibi dünyanın en yeşili bol ülkesinde 4 reaktör çevreye zarar vermiyor ama bizde yapılınca çevreye zarar veriyor…
Bu çevreci bülbüller; “elalem yapınca oluyor da biz yapınca neden olmuyor?” diye sormuyor.
Dünyada artan elektrik ihtiyacının karşılanmasında ikincil en düşük karbonlu kaynak olarak nükleer enerji, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin enerji arz güvenliğinin garantisi açısından önemli rol oynuyor.
Fransa elektrik ihtiyacının yaklaşık yüzde 70'ini, Slovakya ve Ukrayna yüzde 54'ünü, Macaristan yüzde 49'unu, Belçika ise yüzde 47'sini nükleer enerjiden karşılıyor.
Avrupa Birliği ülkelerinde 2019 sonu itibarıyla nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payı yüzde 24,6 olarak hesaplanırken, ABD'nin toplam elektrik üretiminin yaklaşık yüzde 20'si nükleer enerjiden sağlanıyor.
Dünya genelinde yaklaşık 53 bin megavatlık nükleer enerji santralinin inşası devam ederken, toplam 69 bin megavatlık nükleer enerji yatırım planı bulunuyor.
Ülkemizde nükleer enerji alanında bir ilk olacak Akkuyu Nükleer Güç Santrali'nin (NGS) hükümetler arası anlaşması 2010 yılında imzalandı. Akkuyu NGS'de her biri 1200 megavat kapasiteli birinci reaktörün temeli Nisan 2018'de, ikinci reaktörün temeli ise Nisan 2020'de atıldı, engellemek için yapmadıklarını bırakmadılar ama çok şükür bitmek üzere.
ABD 96, Fransa 56, Çin 49, Rusya 38, Japonya 33, Güney Kore 24 reaktörü devreye sokup nükleer enerjide elektrik üretirken çevresel sorun olmuyor, ama Türkiye nükleer enerjiden elektrik üretmek istediğinde devreye giren çevre hassasiyeti göz yaşartıyor.
Aynı çevrecilerin zeytinlikler yok edilip AVM yapılmasına, Kazdağları’na villa yapılmasına Fransız kalmaları niyetlerinin üzüm yemek olmadığını gösteriyor.
Vıcık vıcık popülizm paçalarından akıyor.
Avrupa Birliği ülkelerinde nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payı %25 lerde iken hem nükleer enerjiye karşı çıkmak ve engellemeye çalışmak, hem de küresel krizlerden kaynaklanan yüksek maliyetler dikkate alındığında artması kaçınılmaz elektrik tüketim bedellerinin yüksekliğinden şikâyetçi olmak haktır ama fatura bedellerini ödemeyeceğim demek ne demektir?.
Geceliği yüz bin lira olan otel faturasını ödeyenlerin elektrik faturasını ödemeyeceklerini açıklamaları ucuz bir siyasi şovdur.
Eğer “benimkisi bireysel tepki” diyorsa o zaman kendi partilerinden seçilen başkanların yönettiği İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Mersin, Aydın, Muğla belediyeleri başta olmak üzere; ekmeğe, suya, ulaşıma, doğalgaza yaptıkları zamlar geri alınıncaya, rüşvet ve yolsuzluk kokuları Ankara’ya ulaşan Bilecik Belediye Başkanı görevden alınıncaya kadar o illerde yaşayan vatandaşların fatura ödememeleri de bireysel tepki olmuyor mu?
Peki, herkes kafasına göre bir gerekçe bulup, bireysel tepki göstermek için faydalandığı mal ve hizmetin bedelini ödemeyecek ise hukuk düzeni nasıl sağlanacak?
Faiz indirimleri nedeniyle İktisat ilminin kabul görmüş ilkelerini hatırlatıp ufkumuzu genişleten TÜİAD’ın bu bireysel tepki meselesinin iktisat ilminin kabul görmüş ilkelerine uygun olup olmadığı konusunda söyleyecek sözü yok mu?..